8 Ağustos 2009 Cumartesi

LEAVİNG LAS VEGAS (1995)


"Çok içtiğim için mi karım beni terk etti, yoksa karım beni terk ettiği için mi içiyorum? Hatırlamıyorum."

Ben Sanderson, insanlar tarafından dışlanmış, mutluluğunu daim ettirememiş artık hiçbir şeyden umudu kalmamış ve sonucunda kendisini içerek öldürmeye karar vermiş efsane bir adam. İsminin sonunda “H” olmayan Sera ise, bu dünyada onu anlayan, anlamanın da ötesinde onu hisseden tek insandır. Geçmişinde bir sürü kötü şey yaşayan Sera, şu an kendini iyi hissetmesine rağmen tamamıyla yalnızdır. Las Vegas’ta fahişelik yapan Sera, her şeyiyle etrafındaki tüm kadınlardan farklıdır. Herkesin ona bir cinsel obje olarak bakmasından bıkan Sera için de Ben, onu anlayan ve onu hisseden tek kişidir. Bu bağlamda Ben ile Sera, aynı çekimi kovalayan, birbirlerini olduğu gibi kabul eden ve değiştirmeye çalışmayan iki tutunamayandır. Ve aralarında inanılmaz güçlü bir romantizm başlar. Böylesine felsefik, böylesine şiirsel iki karakterin kırılgan aşk hikayesini Mike Figgis, bütünüyle içtenlikle anlatarak, izleyiciyi derinden etkileyen bir başyapıt çıkarıyor.


Toplum tarafından dışlanan ve devamlı hayatın acımasız tarafıyla yüzleşen Ben ve Sera, kimsenin umrunda değildir, adeta hayat onları geride bırakıp akmaya devam ediyordur. Fakat birbirleriyle karşılaştıklarında öylesine bir büyü olur ki aralarındaki çekime karşı koyamazlar ve melankolik bir aşk’ın içinde bulurlar kendilerini. Figgis, onca ışığın ve pırıltının içinde bu sönük kalan iki karakteri, oyuncuların da sıradışı performanslarıyla iyi işleyerek tüm zamanların en iyi filmlerinden birini çekiyor. Ayrıca Filmin uyarlandığı aynı isimli kitabın yazarı, John O'Brien, kitabının telif haklarını aldıktan sonra intihar etmiştir. Yani kitabın yazarı anlattığı karakteri, sadece yazmakla kalmamış yaşamış da diyebiliriz.


“Sen tıpkı alkole karışıp beni aytakta tutan bir panzehir gibisin.”

Her sahnesi insanı başka şekilde HÜZÜNlendiren Filmde Ben, hiçbir şeyi olmadığı anda insanların ona devamlı öğütlerde bulunmasından, çok içki içmemelisin diye onu uyarmalarından bıkmıştır. Onun tek istediği şey, ölümüne içmektir. Fakat bunu kimse “anlamaz”. Onu anlayan tek kişi ile Ben, ölümüne içmek için gittiği Las Vegas’ta tanışacaktır. Ve bu tanışmanın ardından izleyicinin içine işleyen harika bir görsel şölen, harika müzikler ve mükemmel senaryo ile ortaya kusursuz bir yapım çıkacaktır. Özellikle filmin hüzün, melankoli, aşk, anlamak, anlayış üzerine söylediği çok büyük şeyler var. Bu söylediği şeyler öylesine etkileyici ki film, insana çok dokunuyor. Etkisinden bir süre çıkılamıyor. Zaten çıkılmak da istenmiyor.

Filmde kullanılan her müziğin ayrı bir bir etkisi olur insan üzerinde. Filmdeki yönetmenliği ile hayranlık uyandıran Mike Figgis, aynı şekilde müzik seçimleri ve seçtiği müzikleri filmin içine uyumlu şekilde koymasıyla da izleyicisine etkileyici bir zevk sunuyor. Filmde, Sting’in “Angel Eyes” ve "My One and Only Love" parçaları tek kelimeyle mükemmel. "Come Rain Or Come Shine" ve "Lonely Teardrops" isimli parçalar da çok etkileyici. Kesinlikle arşivde yer etmesi gereken müzikler. Bu müziklerin böylesine filmin hikayesiyle uyumlu olması, insanı derinden etkiliyor.


“Hiç dünyanın seni geride bırakıp gittiğini hissettin mi?”

Şarkıda da dediği gibi, dünyanın onları geride bırakıp akışına devam ettiği Sera ve Ben karakterlerini canlandıran oyuncular harika bir performans sergiliyor.
Elisabeth Shue, farklı bir fahişe portresini başarıyla canlandırarak şapka çıkartılacak bir performans sergiliyor. Ayrıca filmde güzelliği, gözlerinde taşıdığı masumiyetiyle de insanın içine işliyor. Shue, bu rolüyle En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar’a aday olurken Mike Figgis de, En İyi Yönetmen ve En İyi Uyarlama Senaryo dalında Akademi Ödülüne’ne aday olmuştur.

Nicolas Cage 1994 yılına dek zirveye her filminde biraz daha yaklaşır. Her filmiyle büyük bir adım atar. Ve o tarihe kadar oynadığı filmlerde kendisinden beklenilenin çok üzerinde oyunculuk başarısı gösterir. Fakat bir çıkışa ihtiyacı vardı. Onu zirveye taşıyacak bir adım kalmıştı fakat o adımı atması için doğru şey yoktu. İşte Elveda Las Vegas, onu zirveye taşıyan en önemli adımdır. Bu filmden sonra Nicolas Cage, artık bir star olmuştur. Nicolas Cage’in Figgis’in yarattığı ‘ölümden korkmayan’ karaktere ustaca can vermesi, onu hakettiği konuma ulaştırmakla kalmamış, onu sinema dünyasının en prestijli ödülüyle de buluşturmuştur. Bu filmde canlandırdığı ölümüne içen Ben Sanderson karakteriyle En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar Ödülü almasının yanı sıra, birden fazla film ödülü ve festivalinde de En İyi Erkek Oyuncu dalında ödüllere layık görülmüştür. Cage, ölmek için içen karakterine öylesine can veriyor ki adeta karakteri oynamıyor, o karakteri yaşıyor.

Terri: Belki de bu kadar çok içmemelisin.
Ben: Belki de bu kadar çok nefes almamalıyım Terri.



Nicolas Cage, Oscar ödülü kazanmadan önce, bu filmde rol almasına ilişkin şöyle der;

- "Hafif bir şeyler yapmak istiyordum, komedi oyunculuğu yapabildiğimi kanıtlayacak filmler. Üç tane birden çektikten sonra, karanlık bir şeyler istedim. Bu, kusursuzdu. hep aynı tarz çalışmaktan sıkılırım, insanlara soru sordurmaktan hoşlanıyorum."

Oscar ödülünü aldıktan sonra ise cage, ölümüne içen Ben Sanderson karakterine ilişkin şöyle söyler;

- "Benim için her şeyiyle özgür bir adamı oynamak büyük bir şanstı. Bu adam ölmekten korkmuyor. Ölümden korkmayan biri, istediği her şeyi yapabilir. Ölümden korkmayan biri özgürdür."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder