30 Ağustos 2009 Pazar

LORD OF WAR (2005)


"Dünyada 550 milyon ateşli silah bulunmaktadır. Bu da her 12 kişiden birinin silahlı olduğunu gösterir. Tek soru: Geri kalan 11 kişiyi nasıl silahlandırabiliriz?"

‘The Terminal’, ‘The Truman Show’ filmlerinin senaryosunu yazan, ‘Gattaca’ ve ‘S1m0ne’ gibi filmlerin de hem yazarlığını hem de yönetmenliğini üstlenen Andrew Niccol, Lord of War ile kariyerinde yavaş ama çok emin adımlarla ilerliyor. Savaş Tanrısı, Hollywood’daki büyük
stüdyoların tamamı tarafından reddedilen bir hikayeye sahip olduğu için bağımsız olarak çekildi. Aslında bağımsız olması, filmin en iyi yanlarından birisi. Mali destek bulamadığı için filmin çekimi zor olsa da, Uluslararası Af Örgütü’nün desteği ve oyuncularının ücretlerini gönüllü olarak düşürmeleriyle tamamlandı. Oyuncular bu nedenle daha bir gönülden, filme daha da inanarak oynamış diyebiliriz.

‘Buffalo Springfield’in ‘For What it's Worth’ adlı parçası eşliğinde, bir merminin, üretim aşamasından başlayan ve Afrikalı bir çocuğun alnına saplanıncaya kadar devam eden, hayat hikayesinin anlatıldığı açılış sekansında film, izleyiciyi ilk dakikadan vurmayı başarıyor. Aslında bu jenerik ile Niccol, anlatacaklarını kısa yoldan özetliyor. İlk sahnede film, bir dış ses tarafından yönlendirileceğinin ipucunu Yuri Orlov’u gördüğümüz anda gösteriyor. Orlov’un, filmin neredeyse tamamında bize olanları, mantıklı yargıları, keyifli benzetmeleri, zekice esprileri ve kendisini iyi tanıması sayesinde anlatması, filmin daha iyi anlaşılmasını sağlıyor. Filmin bir dış ses tarafından yönlendirilmesi çoğu zaman riskli bir tarz olarak görülse de Savaş Tanrısı’nda bu tercih, filme avantaj olarak dönmüş.


Lord Of War, sisteme olan eleştirisini, belgesel bir film çekiyormuşcasına; gerçekleri olduğu gibi anlatıp, duygu sömürüsü yapmadan özgün bir sinema diliyle anlatıyor. Andrew Niccol hikayeyi, yalın fakat etkileyici şekilde anlatmasını bilerek ortaya çok başarılı bir film çıkartmış. Göndermelerle dolu zekice yazılmış senaryosu; etkili sahneleri ve başarılı oyunculuk performanslarıyla birleşince film, izleyiciyi silah kaçakçılığı ve ticareti hakkında bilgilendirmekle kalmıyor; mükemmel bir sinema keyfini de beraberinde getiriyor.

Yaşadığı yerde kendisini bir silahlı çatışmanın ortasında bulan Orlov o an, insanların yeme-içme kadar önemli bir ihtiyacının daha olduğunu farkediyor. O andan itibaren insanların ihtiyacı (Öldürmek) için, silah kaçakçılığına başlıyor. Bu işteki yeteneğinini farkeden Orlov, giderek daha da başarılı olur ve tek kişilik bir savaş yığınağına, diğer adıyla Savaş Tanrısı’na dönüşüyor.
Yuri Orlov karakterinin silah satma konusunda uzmanlaşması ve giderek bir makineye dönüşmesini Nicolas Cage, üstün oyunculuk yeteneği sayesinde etkileyici şekilde canlandırarak, seyircinin sempatisini kazanan, başarılı bir anti-kahraman (Orlov) portresi çizmeyi başarıyor.
Anderw Niccol, eleştirisini bir yere bağlı olmamanın getirdiği özgürlükle, cesurca yapıyor. “Dünyanın en büyük silah kaçakcısı senin patronun yani benim bir yılda yaptığımı bir günde yapan Amerika Başkanı” diyerek önce ABD’yi mermisiyle (Sanat) vuruyor ardından da Birleşmiş Milletler üyesi ülkeleri...


Tüm bu değerli konuyu anlatırken Niccol hikayesini gerçekçi ve sade şekilde abartıya kaçmadan anlatarak izleyicinin gönlünde taht kurmayı başarıyor. Burda oyuncuların başarısı da ona çok yardımcı oluyor. Filmi, genelde tek başına sürükleyen Nicolas Cage, ince zekası, çabuk karar verebilme yetisi ve kendine güveni ile mükemmel bir Savaş Tanrısı portresi yaratıyor. İzleyicinin normalde böyle bir karaktere kin beslemesi gerekirken Cage, oyunuyla herkesi büyülemeyi biliyor ve izleyicinin kendisine değil, bu sistemin böyle işlemesini sağlayan Devletlere kızması gerektiğinin altını çiziyor. Filmdeki her oyuncu üzerine düşeni fazlasıyla veriyor. Temiz ve ahlaklı bir ajan rolünde Ethan Hawke, Orlov’un kardeşi, Jared Leto ve eşi, Bridget Moynahan karakterlerini ustaca canlandırıyor.Filmde ayrıca Nicolas Cage'in oğlu, Weston Cage de, Vladimir (Tankı tamir eden çocuk) adlı karakteri oynuyor.

Böylesine önemli bir konuyu, duygu sömürüsü yapmadan; sade bir şekilde anlatan, sistemi etkileyici şekilde eleştiren ve lafı gediğine başarıyla koyan filme ait yazımızı, Savaş Tanrısı’nın son sözleriyle sonlandıralım;

"Dünya kime miras kalacak biliyor musunuz? Silah tacirlerine. Çünkü başka herkes birbirini öldürmekle meşgul. Hayatta kalmanın sırrı bu, asla savaşa girme özellikle de kendinle."

22 Ağustos 2009 Cumartesi

RED ROCK WEST (1993)


Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.

Karakterlerin çoğunun suçlu, geçmişlerinin ise karanlık olduğu Red Rock West, karanlık atmosferi ve gizemi sonuna dek çözülemeyen hikayesi ile bir kara film özelliği taşıyor. Filmde karakterler arasındaki ilişkilerin her daim değişkenlik göstermesi, sonucu tahmin ettiğimizi düşündüğümüz anda bizi, ters köşeye yatırmasını sağlıyor. Bu yönüyle film, sonuna dek izleyiciyi bir gizemin içine sokmayı başarıyor. Bu gizemin ortasında başkarakterlerin her birinin güvenilmez olması, gördüğümüz şeye inanmamamız gerektiğinin altını çiziyor. Bu bağlamda filmin sloganında da söylediği gibi “hiçbir şey göründüğü gibi değildir”. Olayların arkasında çoğu zaman anlayamayacağımız sırlar bulunması olasıdır.

Sıradan bir adam olan Michael, bir yanlış anlama sonucu, cinayet işlemesi için karısını öldürtmek isteyen bir adamdan teklif alır. Teklifi kabul etmesiyle birlikte Michael, kendisini içinden çok zor çıkacağı bir karmaşanın tam ortasında bulur. Michael Williams, kendini kurtarmak istediği her an aslında kendisini daha da güçlü bir çıkmazın içine sokar. Bilmediği tek şey, kimseye güvenmemesidir. Fakat Michael, en güvenmemesi gereken kişiye, güzelliğiyle insanı büyüleyen Suzanne Brown’a (Lara Flynn Boyle) güvenerek Meksika hayalleri kurmaya başlıyor.
Filmde Nicolas Cage, karakterinin tüm özelliklerini izleyiciye yansıtıyor. Dennis Hopper, kiralık katil rolünde iyi ve ürkütücü bir performans sergiliyor.
Sonuç olarak Red Rock West, izleyiciyi ustaca planlanmış, sürükleyici bir hikayenin tam merkezine çekmeyi bilerek, kendisini heyecanla izlettirmeyi başaran ilginç bir film.

21 Ağustos 2009 Cuma

NEXT (2007)


Eğer geleceği görebiliyorsan onu değiştirebilirsin.

Ünlü Bilimkurgu yazarı Philip K. Dick'in "The Golden Man" isimli bir öyküsünden uyarlanan filmde Nicolas Cage, birkaç dakika sonra neler olacağını önceden görebilme yetisine sahip, Cris Johnson adlı karakteri canlandırıyor.

Siz henüz yapmadan, ne yapacağınızı bilen adam Cris, bu yeteneğini Las Vegas’ta bir sihirbazlık gösterisi sunarak kullanır. Bu işinin yanı sıra paraya ihtiyacı olduğu durumlarda büyük kumarhanelerde kumar oynarak para kazanır. Kimsenin dikkatini çekmek istemeyen Cris, küçük oynar. Çünkü farkedilmeyi hiç istemez.. Fakat yine de bu yeteneği birilerinin gözünden kaçmaz. Patlamaya hazır nükleer bombanın yerini bulmak ve onu etkisiz kılmak amacıyla FBI tarafından kendisini, hiç istemediği halde büyük bir maceranın içinde bulur. Birkaç dakika ötesini görebilme yetisine sahip Cris, sadece sevdiği kadın Liz Cooper’la birlikteyken daha geniş şekilde geleceği görebilmektedir.


"Güzellik, bir araya gelen parçaların hiçbir şey eklenmesine, çıkarılmasına veya değiştirilmesine gerek kalmadan işlenmesidir."

Filmin, yaratıcı ve sıradışı bir hikayeye sahip olması Next'i, izlenir kılan en büyük etken. Bu bağlamda Philip K. Dick'in diğer sinemaya çevrilen eserleri gibi Next de seyre değer bir film. Next, geleceği gören bir adamın yapabildiklerini eğlenceli şekilde gösterirken bir yandan da izleyiciyi, sürükleyici bir hikayenin içine sokuyor. Eğer film, çok büyük beklentilerle izlenilirse sonucu hayal kırıklığı yaratabilir. Zekice yazılmış bir hikayeyi, iyi işleyen film, özellikle kurgusunun etkileyici olmasıyla da dikkat çekiyor. Eğer Next'in kurgusunda hatalar yapılmış olsaydı film çok şey kaybederdi. Filmin teknik yönü ise, gayet başarılı.
Filmde Callie Ferris adlı FBI ajanı rolüne Julianne Moore, pek yakışmamış. Filmde, endamıyla beğeni toplayan Jessica Biel, kendine düşeni fazlasıyla yerine getiriyor; güzelliğiyle insanı etkilemeyi başarıyor. Cris Johnson karakteri ise, daha iyi işlenebilirdi. Bu filmin en büyük eksiği, karakterlere pek yüklenmemesi. Böylesine yeteneğe sahip bir adamla çok daha keyifli şeyler sunulabilirdi. Filmin başlarında karakterin yeteneğini izleyiciye anlatan yönetmen Lee Tamahori, başlangıç kısmını daha uzun tutarak bu karakteri daha geniş ve etkili işleyebilirdi. O zaman Nicolas Cage’e de daha fazla iş düşmüş olurdu. Nitekim Cage, oyunuyla karakterini başarılı şekilde canlandırsa da karakterin yararım sürecindeki eksiklikleri gözden kaçmıyor.
Sonuç olarak Next, sıradışı hikayesini, bilindik ve klasik bir şekilde işleyerek, sıkılmadan izlenen keyifli bir seyir sunuyor.

18 Ağustos 2009 Salı

GUARDİNG TESS (1994)


Doug Chesnic isimli bir korumayı canlandıran Nicolas Cage'in, keyifli filmlerinden birisidir. Türkiye'de gösterime girmeyen filmin, Türkçe adı, Gönülsüz Koruma'dır. Doug ile Tess arasındaki huysuz ilişkiyi ve tatlı çekişmeyi oyuncuların yeteneği sayesinde keyifli hale getirmesini bilen film, izleyiciye eğlenceli bir seyir sunuyor.

İnsana farklı bir haz vermeyi başarmasının yanı sıra filmde insanların mesleğini sevmesinin ve bu işi layığıyla yapmasının ne denli hoş bir şey olduğu da ince ayrıntılarla anlatılıyor.
Eski Amerika Başkanı’nın karısı ve onu korumakla görevli bir Sorumlu Gizli Servis Ajanı arasındaki ilişkiyi yönetmen Hugh Wilson, çok eğlenceli şekilde işlemeyi bilmiştir. İki karakter arasındaki tatlı çekişmeler, zıtlıklar kesinlikle seyre değer. Film izlenirken izleyicinin yüzünde her daim bir gülümseme beliriyor. Filmdeki koruma ve Tess arasındaki ilişkinin bu denli sıcak ve canlı tutulması, filmin sürükleyiciliğini artırarak izleyicinin eğlenceli anlar geçirmesini sağlıyor.
1984’te En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazanan Shirley MacLaine, huysuz bir kadın rolünde çok iyi bir performans sergiliyor. Aynı zamanda Nicolas Cage, görevine aşık ve sahada çalışmak için can atan karakterine başarılı şekilde can veriyor.
Sonuç olarak Guarding Tess, oyuncularının başarılı performansı ve korumaların yaşamlarına ilişkin anlattıkları ile keyifle izlenecek, başarılı bir komedi filmi.

13 Ağustos 2009 Perşembe

BANGKOK DANGEROUS (2008)


One Man.
One Bullet.
One Shot.


Pang Biraderler’in 1999 yapımı 'Bangkok Dangerous' isimli filmlerinin yeniden çevrimi (bir nevi ‘The Eye’ gibi Hollywood versiyonu) olan bu filmde, yönetmen koltuğunda yine Pang Biraderler var. Amerikalı oyuncuların yanı sıra uzak doğulu oyuncuların da rol aldığı filmde Cage, hayatı ve mesleği arasında ikileme düşen bir kiralık katili canlandırıyor.

Sıradan olmayan bir suikastçi filmine pek de rastlayamadığımız sinema tarihinde, seyre değer bir film Bangkok Dangerous. Özellikle Bangkok'un kirli ve karanlık atmosferini ışığı iyi kullanarak yakalayan film, Nicolas Cage'in iyi oyunuyla diğer kiralık katil filmlerinden ayrı bir yere konulmayı hakediyor. Bir hırsız filminde nasıl ki esas adam, çetesini toplarken yönetmen, çetedeki kişilerin maharetlerini kısa, ‘sıradan’ ve etkili sahnelerle sunuyorsa, bu film de, doğal olarak suikastçi filmlerine özgü sıradan sahnelere sahip. Fakat önemli olan bu sahnelerin nasıl olduğudur ki Bangkok Dangerous, eleştirildiği kadar da kötü bir film değil.


Filmin en mühim eksiği ise zamanı kısıtlı kullanması. Filmdeki geçişler çok hızlı; bu hızlı geçişler sahneler arasında kopukluk yaratıyor. Prag'dan Bangkok'a geçiş, Bangkok'ta Joe'nun normal şartlarda öldürmesi gerektiği Kong'u, ani bir şekilde eğitme kararı alması, Fon'a hemen aşık olması gibi olaylar, daha yavaş süreçte gerçekleşmeliydi. Bu hızlı geçişler, filmin sürükleyiciliğinin ve inandırıcılığının azalmasını sağlıyor. Bu da filmin en büyük hatası olarak ortaya çıkıyor. Joe’daki bu hızlı değişimler, karakterin doğasına ve gelişimine ters (aykırı) olduğu için izleyici, filmden kopuyor. Eğer karakterdeki değişimler, bu denli hızlı değil de mantıklı şekilde gerçekleşseydi çok daha başarılı bir film ortaya çıkabilirdi.
Daha önce insanlarla sıcak ilişkiye girmeyen Joe'nun, Bangkok'ta diğer yerlere oranla birkaç kişi ile daha içli dışlı olmasını, sadece, onun iletişime aç biri olmasıyla açıklayabiliriz.. Bu nedenle Pang Biraderler, bu sürecin daha hızlı gerçekleşmesi gerektiğini uygun görmüş olabillirler.

Bu eksikliklerin dışında, keyifli bir seyir sunan Bangkok Dangerous için, Cage'in ‘The Weather Man'den sonraki (2009’a kadarki) filmleri içinde en iyi performansı gösterdiği filmi diyebiliriz. Zaten filmi ayakta tutan en başlıca neden de, Cage’in performansı.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

WİLD at HEART (1990)


“Bütün dünya, özünde tümüyle vahşi ve tümüyle anlaşılmaz!”

David Lynch’e Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazandıran film, dört yaşında sigara içmeye başlayan, bireysel ve kişisel özgürlüğünün simgesi yılan derisi bir cekete sahip adamla, geçmişinde çok kötü şeyler yaşayan, tacize uğrayan bir kadının; sevgi ve şehvetle örülü, yollarda geçen tutkulu ‘aşk’ hikayesi.

Birbirlerinin aşkı ile yanıp tutuşan Sailor Ripley ve Lula, kötü kalpli, takıntılı anneden kaçmak için çılgınca bir yolculuğa çıkarlar. Çiftin birlikte olmasını istemeyen Lula’nın annesi, yolculuk boyunca peşlerine Sailor’u öldürmesi için adam takar. Ve ikili yollarda ilginç kazalarla karşılaşmalarına, içleri kötülükle dolu yeni insanlar tanımalarına rağmen birbirlerinden asla vazgeçmezler. Burda mükemmel bir aşk ilişkisini Lynch, kendine has tarzıyla etkileyici şekilde anlatıyor.


“Eğer gerçekten vahşi bir yüreğe sahipsen, hayallerin için savaşmalısın. Sevgiden geri dönülmez.”

Laura Dern’in başarılı şekilde canlandırdığı Lula karakteri, aşkı için yollara düşerken bir yandan da aslında küçüklüğünde yaşamış olduğu tacizden kaçma amacındadır. Fakat yaşadığı bu olaydan ne kadar kaçsa da bu kötü olay, bir türlü bilinçaltından çıkmaz. Üstelik Annesinin de sevdiği adamdan nefret etmesi, bir türlü Lula’ya istediği huzuru vermez. Fakat ikili, tüm zorluklara, ayrı düşmelere rağmen asla aşklarından vazgeçmez. Sailor yıllarca hapishanede kalır yine de Lula, onu özlemle bekler. Bu bağlamda kusursuz, tutkulu ve ateşli bir aşkı farklı ve başarılı şekilde anlatan Wild at Heart’ın, izleyicinin gönlünde taht kurması da kaçınılmaz hale geliyor.

David Lynch’in, sahneler arasındaki geçişleri ustaca yapması, filmi, kurgusuyla farklı bir konuma oturtması ve kullanılan müziklerin filme çok yakışması Vahşi Duygular’ı, bambaşka konuma ulaştırıyor. Filmde kullanılan öğeler, insanı büyülüyor. Wild at Heart için Lynch’in, en anlaşılabilir filmi desek yanlış olmaz. Çünkü filmde anlaşılmaz gibi görünen repliklerin ardından gösterilen kesitler, o replikleri açıklayıcı niteliktedir. Örneğin uçurumdan düşen araba aslında Lula’ya taciz eden adam’a aittir. Kötü kalpli anne ile olan olaylarda da sahnenin, geçmişe dair kesitlerle sunulması filmi netleştiriyor.


Filmde Nicolas Cage, devamlı sigara içerken görülür. Filmde sigara öğesi çok iyi kullanılmıştır. Öylesine etkileyicidir ki sigara içişi Cage’in, adeta insanı sigara içişine hayran bıraktırır. Ayrıca orgazmdan ve zorluklardan sonra yakılan her sigara, bir nevi güzel şeylere duyulan özlemi yansıtır. Anlaşılması zor filmler yapan David Lynch, çoğu filminde olduğu gibi bu filminde de kan, şiddet, ateş gibi öğelerin yanı sıra iyi ve kötü’nün savaşını da özgün bir sinema diliyle anlatıyor.

Vahşi Duygular’da Nicolas Cage, yılan derisi ceketi ve art arda yaktığı sigaralarla çok karizmatik görünüyor. Ayrıca izleyiciyi söylediği 'Elvis Presley'e ait 'Love You' ve 'Love Me Tender' parçaları ile de kendine ve yorumuna hayran bıraktırıyor. Normalde konuşurken bile sesinin farklılığıyla dikkat çeken Cage, söylediği şarkılarla büyük keyif veriyor. Usta oyuncu Willem Dafoe’nin, Laura Dern ile olan anlamlı sahnesi, tek kelime ile muhteşemdir. Bobby Peru karakteriyle Defoe, çok çirkin görünüyor. Yine de Dafoe, canlandırdığı iğrenç karakterle izleyicinin, beğenisini ve nefretini aynı anda kazanmasını iyi biliyor.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

CİTY of ANGELS (1998)


"Saçını bir kere koklamak, onu öpmek, elini bir kere tutmak her şeye değer, sonrasında onsuz yaşamak bile buna değer''


City of Angels, ‘Der Himmel Über Berlin’ (Berlin Üzerinde Gökyüzü) adlı filmden esinlenerek çekilmiştir. 'Wim Wenders’ın sunduğu zengin görsellik ve içerikle ‘Berlin Üzerinde Gökyüzü’, izlenmeye değer, takdire şayan bir film. Wim wenders’in şaheseri, melankolik bir hava yakalamasının yanı sıra felsefik anlatımıyla bir başyapıt olma özelliğini taşıyor. Bu başyapıt’ı bir türe indirgemek ise yanlış olur. Film aşkı çoğu aşk filmlerinden daha iyi ve yalın anlatsa da filme, ne tam anlamıyla bir aşk filmi diyebiliriz ne de başka tür bir film. Bir türe hapsetmek bu klasiği, son derece sığ olur.

(Berlin Üzerinde Gökyüzü'nden bir kare)

Bu nedenle Melekler Şehri ile Berlin Üzerinde Gökyüzü’nü birbiriyle kıyaslamak da yanlış olur. Wim Wenders, doğu-batı diye ikiye bölünmüş Berlin’de, ‘Duvar’ı sık sık karşımıza çıkarır. Ayrıca filmde ‘aşk’ konusu, hayatın ‘basit bir sonucu’ olarak ele alınmışken, City of Angels, aşkı ‘var olmanın büyük bir nedeni’ olarak görür. Oysaki romantizm, Berlin Üzerinde Gökyüzü’nün küçük bir parçasıdır. Melekler Şehri’nde ise romantizm had safhadadır. Bu nedenle her ne kadar Melekler Şehri, Berlin Üzerinde Gökyüzü’nden esinlenerek çekilmiş bir film (yeniden çevrim) olsa da birbiriyle kıyaslanması yanlış olacaktır. Çünkü Wim Wenders, filmini felsefi ve şiirsel bir anlatım dili ile sunarken hayatın olumsuz yanlarına da değinmiştir. Melekler Şehri’nin yönetmeni Brad Silberling ise filmini, büyülü bir aşkı merkezine alarak çeker. Bu yönüyle bu iki film ayrı değerlendirilmelidir. Melekler Şehri’nde hayatın güzelliklerine, unutulmaz diyalog ve sahnelerle değinirken; aşk unsuru her zaman filmin odak noktası olmuştur. Bu yönüyle City of Angels için kusursuz bir aşk filmi dememiz, yerinde olacaktır. Fakat aynı şeyi, Der Himmel über Berlin için dememiz filme haksızlık olur.


Seth: Bana armut'un tadını anlat, 'Hemingway' gibi.
Maggie: Armut'un tadını bilmiyor musun?
Seth: Armut'un tadının sana nasıl geldiğini bilmiyorum!


Melekler Şehri, aşkı için ölümsüz hayatı bırakıp ölümlü hayatı seçen ‘Seth Plate’ ile hiçbir şey yapmadığı halde onu, her türlü konfor ve şeyden vazgeçirtecek kadar kendine aşık eden Dr. Maggie Rice’ın hikayesi. Öyle güzel bir aşk filmidir ki bu film, insanın hayata bakış açısını değiştirebilecek öğelerle süslenmiştir. Bu öğelerden en önemlisi, hayatın güzel olduğu vurgusudur. Bu güzelliği yönetmen birçok metofor kullanarak etkileyici şekilde anlatmayı başarıyor. Özellikle Seth’in aşkı için ölümlü olduğu anın sonrasında Maggie’nin yanına giderken, zıplayarak, yere sert sert vurarak, yürüdüğünü ‘hissederek’ yürümesi, bunun en güzel örneklerinden birisi. Armut ile ilgili sahnesi de aynı şekilde bir armut’un ne denli güzel olabileceğinin altını çiziyor ve tadını damağımızda hissetmemizi sağlıyor. Sadece armut yemek bile bazan tek başına hayatı güzel kılabilir.
Müziklerinin de film kadar etkileyici olması, filmdeki her sahnenin daha da yüreğe işlemesini sağlıyor. Özellikle ‘Goo Goo Dolls’un İris, ‘Alanis Morissette’nin Uninvited, ‘Sarah Mclachlan’ın Angel adlı parçaları kesinlikle dinlenilmelidir.


“İçlerinden birine aşık olana kadar meleklere inanmıyordu.”

Melekler Şehri, unutulmaz ve tutkulu bir aşk hikayesini büyülü bir şekilde işlemesini bilerek, diğer aşk filmlerinden ayrı bir yere konulmayı hakeden, oyuncularının performanslarıyla alkışı hakkettikleri etkileyici bir film. Los Angeles şehri ile Tahoe Gölü’nün eşsiz manzaralarını görmek de çok hoş bir keyif veriyor. Canlarını aldığı insanlara hayatta en çok neyi sevdiğini soran ve bu şeyleri bir deftere not eden, ölüm meleği rolünde Nicolas Cage’in performansı çok başarılı. Yakışıklı görülmediği halde aşık bir meleği başarıyla canlandırmak, ona karşı önyargılı olan çoğu insanın önyargılarını yıkmasını sağlyor. Her tür filmde oynayabildiğini kanıtlayan Nicolas Cage’in, iyi oyunu, ona karşı bir kez daha izleyicinin hayranlık duymasını sağlıyor.
Hissedebilmek için her şeyden vazgeçen bir meleğe, küçük bir kız çocuğu tarafından söylenen, hayatı yaşamanın önemine vurgu yapan söz ile noktayı koyalım;

"Rüzgarı yüzünde hissedemedikten sonra kanatların ne önemi var."

8 Ağustos 2009 Cumartesi

LEAVİNG LAS VEGAS (1995)


"Çok içtiğim için mi karım beni terk etti, yoksa karım beni terk ettiği için mi içiyorum? Hatırlamıyorum."

Ben Sanderson, insanlar tarafından dışlanmış, mutluluğunu daim ettirememiş artık hiçbir şeyden umudu kalmamış ve sonucunda kendisini içerek öldürmeye karar vermiş efsane bir adam. İsminin sonunda “H” olmayan Sera ise, bu dünyada onu anlayan, anlamanın da ötesinde onu hisseden tek insandır. Geçmişinde bir sürü kötü şey yaşayan Sera, şu an kendini iyi hissetmesine rağmen tamamıyla yalnızdır. Las Vegas’ta fahişelik yapan Sera, her şeyiyle etrafındaki tüm kadınlardan farklıdır. Herkesin ona bir cinsel obje olarak bakmasından bıkan Sera için de Ben, onu anlayan ve onu hisseden tek kişidir. Bu bağlamda Ben ile Sera, aynı çekimi kovalayan, birbirlerini olduğu gibi kabul eden ve değiştirmeye çalışmayan iki tutunamayandır. Ve aralarında inanılmaz güçlü bir romantizm başlar. Böylesine felsefik, böylesine şiirsel iki karakterin kırılgan aşk hikayesini Mike Figgis, bütünüyle içtenlikle anlatarak, izleyiciyi derinden etkileyen bir başyapıt çıkarıyor.


Toplum tarafından dışlanan ve devamlı hayatın acımasız tarafıyla yüzleşen Ben ve Sera, kimsenin umrunda değildir, adeta hayat onları geride bırakıp akmaya devam ediyordur. Fakat birbirleriyle karşılaştıklarında öylesine bir büyü olur ki aralarındaki çekime karşı koyamazlar ve melankolik bir aşk’ın içinde bulurlar kendilerini. Figgis, onca ışığın ve pırıltının içinde bu sönük kalan iki karakteri, oyuncuların da sıradışı performanslarıyla iyi işleyerek tüm zamanların en iyi filmlerinden birini çekiyor. Ayrıca Filmin uyarlandığı aynı isimli kitabın yazarı, John O'Brien, kitabının telif haklarını aldıktan sonra intihar etmiştir. Yani kitabın yazarı anlattığı karakteri, sadece yazmakla kalmamış yaşamış da diyebiliriz.


“Sen tıpkı alkole karışıp beni aytakta tutan bir panzehir gibisin.”

Her sahnesi insanı başka şekilde HÜZÜNlendiren Filmde Ben, hiçbir şeyi olmadığı anda insanların ona devamlı öğütlerde bulunmasından, çok içki içmemelisin diye onu uyarmalarından bıkmıştır. Onun tek istediği şey, ölümüne içmektir. Fakat bunu kimse “anlamaz”. Onu anlayan tek kişi ile Ben, ölümüne içmek için gittiği Las Vegas’ta tanışacaktır. Ve bu tanışmanın ardından izleyicinin içine işleyen harika bir görsel şölen, harika müzikler ve mükemmel senaryo ile ortaya kusursuz bir yapım çıkacaktır. Özellikle filmin hüzün, melankoli, aşk, anlamak, anlayış üzerine söylediği çok büyük şeyler var. Bu söylediği şeyler öylesine etkileyici ki film, insana çok dokunuyor. Etkisinden bir süre çıkılamıyor. Zaten çıkılmak da istenmiyor.

Filmde kullanılan her müziğin ayrı bir bir etkisi olur insan üzerinde. Filmdeki yönetmenliği ile hayranlık uyandıran Mike Figgis, aynı şekilde müzik seçimleri ve seçtiği müzikleri filmin içine uyumlu şekilde koymasıyla da izleyicisine etkileyici bir zevk sunuyor. Filmde, Sting’in “Angel Eyes” ve "My One and Only Love" parçaları tek kelimeyle mükemmel. "Come Rain Or Come Shine" ve "Lonely Teardrops" isimli parçalar da çok etkileyici. Kesinlikle arşivde yer etmesi gereken müzikler. Bu müziklerin böylesine filmin hikayesiyle uyumlu olması, insanı derinden etkiliyor.


“Hiç dünyanın seni geride bırakıp gittiğini hissettin mi?”

Şarkıda da dediği gibi, dünyanın onları geride bırakıp akışına devam ettiği Sera ve Ben karakterlerini canlandıran oyuncular harika bir performans sergiliyor.
Elisabeth Shue, farklı bir fahişe portresini başarıyla canlandırarak şapka çıkartılacak bir performans sergiliyor. Ayrıca filmde güzelliği, gözlerinde taşıdığı masumiyetiyle de insanın içine işliyor. Shue, bu rolüyle En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar’a aday olurken Mike Figgis de, En İyi Yönetmen ve En İyi Uyarlama Senaryo dalında Akademi Ödülüne’ne aday olmuştur.

Nicolas Cage 1994 yılına dek zirveye her filminde biraz daha yaklaşır. Her filmiyle büyük bir adım atar. Ve o tarihe kadar oynadığı filmlerde kendisinden beklenilenin çok üzerinde oyunculuk başarısı gösterir. Fakat bir çıkışa ihtiyacı vardı. Onu zirveye taşıyacak bir adım kalmıştı fakat o adımı atması için doğru şey yoktu. İşte Elveda Las Vegas, onu zirveye taşıyan en önemli adımdır. Bu filmden sonra Nicolas Cage, artık bir star olmuştur. Nicolas Cage’in Figgis’in yarattığı ‘ölümden korkmayan’ karaktere ustaca can vermesi, onu hakettiği konuma ulaştırmakla kalmamış, onu sinema dünyasının en prestijli ödülüyle de buluşturmuştur. Bu filmde canlandırdığı ölümüne içen Ben Sanderson karakteriyle En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar Ödülü almasının yanı sıra, birden fazla film ödülü ve festivalinde de En İyi Erkek Oyuncu dalında ödüllere layık görülmüştür. Cage, ölmek için içen karakterine öylesine can veriyor ki adeta karakteri oynamıyor, o karakteri yaşıyor.

Terri: Belki de bu kadar çok içmemelisin.
Ben: Belki de bu kadar çok nefes almamalıyım Terri.



Nicolas Cage, Oscar ödülü kazanmadan önce, bu filmde rol almasına ilişkin şöyle der;

- "Hafif bir şeyler yapmak istiyordum, komedi oyunculuğu yapabildiğimi kanıtlayacak filmler. Üç tane birden çektikten sonra, karanlık bir şeyler istedim. Bu, kusursuzdu. hep aynı tarz çalışmaktan sıkılırım, insanlara soru sordurmaktan hoşlanıyorum."

Oscar ödülünü aldıktan sonra ise cage, ölümüne içen Ben Sanderson karakterine ilişkin şöyle söyler;

- "Benim için her şeyiyle özgür bir adamı oynamak büyük bir şanstı. Bu adam ölmekten korkmuyor. Ölümden korkmayan biri, istediği her şeyi yapabilir. Ölümden korkmayan biri özgürdür."

7 Ağustos 2009 Cuma

GONE İN SİXTY SECONDS (2000)


- Gideceginiz filme karar vermeniz, 1 dakika 10 saniye
- Onların arabanızı çalması, 60 saniye sürüyor

- Kırmızı ışıkta beklemeniz,1 dakika 15 saniye
- Onların arabanızı çalması, 60 saniye sürüyor

- Arabanızı park etmeniz, 2 dakika 25 saniye
- Onların arabanızı çalması, 60 saniye sürüyor

- Bankadan para çekmeniz, 1 dakika 30 saniye
- Onların arabanızı çalması, 60 saniye sürüyor.
(çokşeybilenkiz_'a teşekkürler)


Jerry Bruckheimer yapımı bir film olan 60 Saniye’de yönetmen koltuğunda, ‘Season of the Witch’ adlı filmde Nicolas Cage’le tekrar çalışan Dominic Sena var. 60 Saniye, araba tutkunlarının kaçırmaması gereken, son ana dek heyecanı düşürmeyen bir film. Memphis’in kurduğu ekibin araba çalma konusunda usta olması, arabaların tanıtımı ve anlatımını kolaylaştırarak keyifi daha da arttırıyor. Nicolas Cage’in, Randall "Memphis" Raines adlı vicdanlı, sorumlu ve ayrıca kusursuz bir araba hırsızını canlandırdığı filmde, ona Giovanni Ribisi, Angelina Jolie gibi isimler eşlik ediyor. ‘My Name is Earl’ adlı dizide de etkileyici bir performans sergileyen Giovanni Ribisi, bu filmde de rolünün hakkını başarıyla veriyor. Ribisi, ‘Public Enemies’ adlı filmde de küçük bir rolde yine bir suçluyu canlandırıyor. Bu üç yapımda da birbirinden farklı yapıdaki suçlu portrelerini, başarıyla canlandırdığını söyleyebiliriz. Nicolas Cage’in performansı bu filmde diğer filmlerine oranla daha düşük. Bunda senaryodaki karakter yaratımının payı da büyük tabi. Genel olarak karakterler üzerinden gitmeyen film olduğu için Cage’e, pek iş düştüğü söylenemez. Yine de izlenmesi keyif veren, filmde kullanılan arabalara hayran bırakan heyecanı yüksek bir film “Gone in 60 Seconds”. Ayrıca film, aynı isimli 1974 yapımı filmin yeniden çevrimidir.


- “Araba çalmak mı daha zevkli yoksa seks yapmak mı?"
+ "Araba çalarken seks yapmak”


Filmin konusu ise şöyle, Randall "Memphis" Raines, uzun zamandır yasa dışı şeyler yapmayan, eski bir araba hırsızıdır. Ancak kardeşinin yaşamının zorda olduğu haberiyle onun yaşamını kurtarabilmek için hayatta en iyi yaptığı işe, araba hırsızlığına geri dönmekten başka seçeneği kalmaz. Yaptığı anlaşma gereği 24 saat içinde 50 araba çalması gerekir. Memphis, yeteneği ve hızıyla eski takımını hemen bir araya toplar. Bir anda kendilerini başarmak zorunda oldukları ve çok sıkı bir araba hırsızlığının içinde buldular.

Arabalara tutkuyla bağlı olan Memphis, her model arabanın tüm özelliklerini en ince ayrıntısına kadar bilen, adı efsaneleşmiş bir araba hırsızıdır. Hiçbir kilit ya da alarm sistemi onu durduramaz. Herhangi bir arabayı, bırakılan yerde 60 saniye içinde çalabilir. Memphis’in tek çalamadığı araba, 1967 model Shelby Mustang GT 500’dür. Bu arabaya Elanor ismini vermiştir. Nicolas Cage’in bu arabaya olan tutkusu ise bambaşkadır.

6 Ağustos 2009 Perşembe

FACE/OFF (1997)


“Onu yakalamak için o olmak zorunda.”


Başarılı aksiyon filmlerinin unutulmaz ismi John Woo’nun kusursuz bir yönetmenlik örneği gösterdiği, Nicolas Cage’in, iyi ve kötü karakterleri mükemmel canlandırarak ayakta alkışlanacak bir performans sergilediği, türünün en iyileri arasında gösterilen, kült olmayı başaran bir film Face/Off .

FBİ ajanı Sean Archer, oğlunun ölümünden sorumlu tuttuğu sadist bir terörist olan, kötülük için yaratılmış Castor Troy'u en sonunda ele geçirir. Fakat, Troy’un sakladığı Los Angeles’ı yok edecek güçteki biyolojik silahın (bomba) yerini öğrenmek için Archer’ın, onun yüzünü alması gerekir. Ancak yaşama dönmesi imkansız sanılan Troy, komadan çıkarak Archer'ın labaratuvarda bıraktığı yüzü ameliyatla kendine nakil ettirir. Archer, teröristlerin arasında kalırken, Troy da, Archer'ın kimliğinde ailesinin içine sızar. Ve Archer, sadece kendini değil, ailesini ve kızını korumak için de kendisini büyük bir mücadelenin içinde bulur.
Filmde John Woo, gerek oyuncuların yönetimi, gerek her sahnenin ayrı bir güzellikte olmasıyla şapka çıkartılacak nitelikte bir eser çıkartıyor. Çok ince ayrıntılar olmasının yanı sıra, her sahneye ayrı bir itina ile çalıştığı çok açık. Gerek yavaş çekim tekniğiyle gerekse de gerilim dozu yüksek sahnelerdeki başarısıyla çok iyi bir eser çıkıyor ortaya.


Sıradışı bir konusu olan bu filmde John Woo, mükemmel bir suçlu portresini kusursuzca sunuyor. Bu filmdeki kötü karakter öylesine kötüdür ki adeta izleyiciyi kötülüğüne hayran bıraktırır. Nitekim bu başarı da Nicolas Cage’in performansının had safhada olmasının payı en büyük etkendir. Cage, bu karakteri öylesine canlandırıyor ki, adeta oynamıyor o karakteri yaşıyor desek yanlış olmaz. Caster Troy karakteriyle Nicolas Cage, mükemmel bir oyunculuk gösterererek her sahnede başka karizmatik görünüyor. Genelde aksiyon filmlerinde karakterlerin kişiliği, yapısı pek göz önünde olmasa da Nicolas Cage, yaptığı aksiyon filmleriyle bu yargıyı silip atmayı başarmıştır. Ve her filminde olduğu gibi bu başyapıt aksiyon filminde de karakterini unutulmazlar listesine sokmayı başarıyor. Bu sadece öznel bir yargı değil nesnel bir yargıdır. Bu film daha iyi izlenirse ya da üzerine yazılar okunursa Nicolas Cage’in performansının üst seviyede olduğu konusunda, herkesin hemfikir olduğu görülecektir.


Cage, iyi ve kötü karakteriyle başarılı bir performans sergiliyor. Kötüyü ne kadar iyi oynuyorsa iyiyi de o derece etkili canlandırıyor. Kötü karakterden iyi karaktere geçiş sırasındaki yüz ifadeleri, inandırıcı olmasının yanı sıra çok etkileyici. John Travolta da filmdeki Sean Archer karakteriyle uyumlu olsa da Cage’in performansının yanında daha sönük kalıyor. Fakat Travolta, rolünün hakkını veriyor. Nicolas Cage’in bu filmde hafızalara kazanan birçok sahnesi vardır. Özellikle filmin başlarında, arabasından inip uçağa binmek üzere yürüdüğünde, uzun paltosunun havalanmasıyla karizma kelimesinin karşılığını anlamlandıran bir şey olarak görünüyor. İlerleyen sahnelerde Sean Archer karakteriyle onun eşine söylediği, “gitmenden nefret ediyorum ama gidişini izlemeye bayılıyorum” sözü bu sahnede ona çok yakışıyor. Bu sahnedeki yürüyüşü John Woo’nun yönetimiyle harika bir hal alıyor ve seyirci, onun gidişine (yürüyüşüne) bayılıyor.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

8MM (1999)


“Şeytanla dans edersen şeytan değişmez; seni değiştirir...”

‘Seven’ filminin yazarı Andrew Kevin Walker’in senaryosunu yazdığı, Joel Schumacher’in yönettiği ve Nicolas Cage’in gerilimi her daikika artan filmde, oyunculuk dersi verir gibi oynadığı film. Filmin senaryosu kusursuz. Çekildiği yıldan sonra birçok filme ilham kaynağı olan, ve dünya çapında bir kült film haline gelen ‘Seven’ ile zaten yeteneğini kanıtlayan Andrew Kevin Walker’ın bu senaryosu da muhteşem. Senaryonun iyi işlendiği bir film olan 8mm, özellikle ‘Snuff’ (sonu insanın (kadının) bir şekilde ölümüyle biten porno film) üzerine çekilmiş en bilindik film olma özelliğini taşıyor. Amerikan yer altı dünyasının çirkin yüzünü (underground) Joel Schumacher’ın usta yönetimiyle 8mm, etkileyici ve çarpıcı bir şekilde göstermesini biliyor.


Snuff filmler, arz talep içinde, bu işi yapanlar tarafından başka birileri için çekilir ve satılırlar. Snuff filmlerin gerçek olup olmadığı çok tartışılan bir konudur. Bu tür görüntüleri içeren filmlerin gerçekliği herkesçe tartışılmakta fakat var olup olmadığına dair somut bir kanıt elde edilememektedir. Tüm bunlara rağmen çoğu insan Snuff filmlerin gerçek olduğuna inanır. Bu filmler yeraltı dünyasında yapıldığı için insanların bu filmlerin gerçekliğine dair delil bulması zor. Fakat insan, bu tür filmlerin olmadığına inandırmak ister kendini. Özellikle 8mm, Snuff filmlerini konu alan ve bunu geniş bir kitleye yayarak bu filmlerin tüm dünyaca tanınmasını sağlayan en önemli film özelliğini taşımaktadır. Bu özellik, başlı başına 8mm’yi zaten önemli bir film haline getiriyor. Çünkü filmi izleyen bir insanın, Snuff tarzı filmlerden tiksinmesi kaçınılmaz bir hal alıyor.

Filmin temposunun hiç düşmemesi, her geçen dakika izleyici daha da içine çekerek gerilimi arttırması, film bittiğinde izleyicinin bir süre kendine gelmesini zorlaştırıyor. Bu nedenle 8mm için başarılı ve anlatmak istediği şeyi ustaca anlatmayı bilen, gizemlerle dolu bir film desek yanlış olmaz. Zengin insanların bir anlık zevkleri için genç insanların ölümüne neden olmalarının gereksizliği başarılı bir kurgu ve gerçekçi görüntülerle anlatılıyor filmde.


“Gerçek seni yakaladığında hazır olamazsın.”

Nicolas Cage, Tom Welles adlı özel dedektif rolünde. Welles, ölen zengin bir adamın kasasında eşi tarafından bulunan Snuff filminin gerçek olup olmadığının araştırılması için görevlendirilir. Ve Tom Welles bu araştırma sırasında gördüğü ve tanık olduğu dehşet verici manzaralarla hayrete düşer. Yeraltı dünyasına girerek filmde öldürüldüğü görülen kızın gerçekten öldürülüp öldürülmediğini bulmaya çalışır. Bu çalışma sırasında yer altı dünyasını iyi bilen Joaquin Phoenix’ın canlandırdığı Max California adlı karakter ile tanışır. Max, Tom’a araştırmasında yardımcı olarak, onu herkesin giremeyeceği yerlere sokar, herkesin bilemeyeceği şeyleri anlatarak olayın açıklığa kavuşturulmasında yardımcı olur. Joaquin Phoenix’ın dövmeli vucudu ve iyi oyunuyla göz dolduruyor. Filmin en dikkat çeken karakterleri arasında Snuff filmlerini yapan patron rolünde, Fargo, The Big Lebowski, Constantine gibi filmleriyle tanınan Peter Stormare, yaratılan karaktere ustaca can vererek bir kez daha beğeni topluyor. Oynadığı karakterleri farklı kılmasını bilen Stormare, Dino Velvet karakteri ile unutulmayacak bir performans daha sergiliyor.

Nicolas Cage, filmin genelinde tek başına oynuyor ve filmin sürükleyiciliğinin yitirilmemesinde önemli bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Her türlü ruh halinde olan karakterlere ustalıkla can veren Nicolas Cage, 8mm’nin, gerçekçi ve etkileyici bir film olma özelliğini sağlayan en önemli faktörlerden birisi.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

MATCHSTİCK MEN (2003)


“Bazı insanlar için para, altyazısı olmayan yabancı bir film gibidir.”

‘Blade Runner’ ve ‘Gladyatör’ gibi yüksek bütçeli başarılı filmlerin İngiliz yönetmeni Ridley Scott’ın, sürprizlerle dolu harika bir filmi. Film, mükemmel bir kara komedi örneği olmasının yanı sıra son ana dek izleyicinin film hakkındaki tahminlerini yanlış çıkartmasıyla da dikkat çekiyor. Film, yaşamda herkesin kandırılabileceğine ustalıkla değinirken Scott, filmin sonunda izleyicinin de çok kolay kandırılabileceğini gösteriyor. Her ne kadar sade bir senaryoya sahip bir film gibi görünse de izleyici, film bittiğinde beklediğinden çok daha fazla memnun kalıyor. Bu yönüyle film, izleyiciyi de dolandırıyor diyebiliriz; İyi manada tabi...


Nicolas Cage, obsesif ve aşırı titiz bir dolandırıcı karakteriyle yine kusursuz bir performans sergiliyor. Filmde Nicolas Cage’e, ‘The Green Mile’ ile herkesin dikkatini çeken, daha sonra birçok başarılı filmde de etkileyici performanslar sergileyen Sam Rockwell ve 24 yaşındayken oynamasına rağmen 14 yaşındaki bir kızı inandırıcı şekilde canlandıran Alison Lohman eşlik ediyor. Filmdeki karakterleri canlandıran sanatçılar, rollerine çok yakışıyor.
Roy Waller, insanları dolandırırken asla şiddete başvurmayan zeki ve bir o kadar da takıntılı bir dolandırıcıdır. Ortağı Frank Mercer ise daha dışa dönük ve uyanık bir karakterdir. Frank, Roy’u bahşiş bırakmayan cimri ve zorlu bir zengini dolandırmak için ikna eder. Ve bu iş için de epeyce uğraşırlar. Bu işin sonunda izleyici büyük bir sürprizle karşılaşır. Bu süreçte Roy’un ruh hali ve genel hayatını yönetmen, Cage’in oyunculuğunu da iyi değerlendirerek hoş bir şekilde işliyor. Bu sırada Roy’un hayatına dair hem komik, hem de duygusal bir dizi olaya tanık oluyoruz. Kızı olduğunu düşündüğü Angela ile bir anda yalnızlığından kurtulan Roy, ona çok güvenir ve onunla zaman geçirmekten daha önce olmadığı kadar mutlu olur.

Filmin insana garip bir mutluluk veren sahnelerinden, Roy’un alışveriş için gittiği markette kasiyerlik yapan Kathy ile olan anları çok keyif vericidir. Bu sırada iki karakterin bakışmaları, ilişkileri, hayatın mutluluk verici sıradanlıklarına çok etkileyici bir örnek.
Sonuç olarak Üçkağıtçılar, yakınındaki pek az sayıdada insana çok fazla güvenen, takıntılı ve sıradışı bir dolandırıcının sürprizlerle dolu hikayesidir. Keyifli bir an geçirmek için izlenmesi elzem olan bu ‘mütevazi’ filmde, Roy gibi karakterleri çok iyi oynayan Nicolas Cage, mükemmel bir gösteri sunuyor. Özellikle Cage, devamlı sigara içen, titiz, takıntılı bu role çok yakışmış ve rolünün hakkını da layığıyla vermiştir.

2 Ağustos 2009 Pazar

THE BOY İN BLUE (1986)


“Her çağın kendine özel bir kahramanı vardır.”

Nicolas Cage ve Christopher Plummer’ı buluşturan film, gerçek bir hikayeden uyarlanmıştır. Cage, 19. yüzyıl sonlarında yaşayan Ned Hanlan isimli bir kürek sporcusunu canlandırıyor.
Güçlü fizik yapısı ve yeteneğiyle bir manejerin dikkatini çeken eski mahkum Hanlan, kendisini manejerinin yardımıyla daha da geliştirerek 19. yüzyıl sonlarında ünü giderek artan bir kürekçi olmayı başarır. Ancak acımasız bir iş adamının oyununa düşünce bu yeteneğinin ve ününün bedelini ödemeye başlar. Sonucunda Hanlan, tüm zorluklara rağmen dönemin en iyi kürekçisini yenerek başarılarına başarı katar ve üç kıtada ödüller kazanır.
Filmde Nicolas Cage, gelişmiş vucut yapısı ve temiz yüzüyle dikkati çekiyor. Kürekçilikle ilgili 19. yüzyıl dönemine ait bilgilere de ulaşmamızı mümkün kılan film, bu spor dalıyla ilgili pek film olmadığı için de ayrı bir yere konulmayı hakediyor. Film genel olarak iyi bir film olmasa da Nicolas Cage’in performansı, filmi sürükleyen en büyük etken.

1 Ağustos 2009 Cumartesi

BRİNGİNG OUT THE DEAD (1999)


“Birinin hayatını kurtarmak âşık olmak gibidir. Birkaç gün yeri hissetmeden dolaşırsın.”

“Bringing Out The Dead”, Martin Scorsese’nin yönettiği her geçen an kaybettiğinin farkında olan, fakat kurtuluşu isteyen bir ambulans sağlık görevlisinin hikayesi. Frank Pierce, NewYork’un en kötü bölgelerinden, Hell’s Kitchen’da bir ambulansta çalışan sağlık görevlisidir. Kişisel sorunları olmasının yanı sıra Frank, mesleğini sevmemektedir. Kurtaramadığı her insan için çok üzülür özellikle de 6 ay önce kurtaramadığı bir genç kızın ölümünde kendisini sorumlu tutmakta ve bu kız ile ilgili kabuslar görmektedir. Kendini işten attırmayı kafasına koyan Frank, bir yandan da pırıltılı bu şehirde dolaşırken kabuslarını sona erdirecek bir yol arar.

Filmde Frank, üç farklı insan ile çalışıyor ve bu üç farklı arkadaşıyla bağımlıların her gün daha bağımlı olduğu, pisliğin her geçen gün daha arttığı, sokakların her an daha da çekilmez hale geldiği New York sokaklarında, farklı deneyimler yaşıyor. Karanlığın içinde ışıl ışıl sirenleriyle bir yerlere yetişmeye çalışan Ambulans ve görevlileri, hastalarını tüm acıların sona ereceğini düşündükleri acil servise yetiştirmek için uğraş veriyorlar. Bu sırada Scorsese’nin etkileyici bir şekilde sunduğu sokaklarda gördükleri manzaralar, hiç iç açıcı değildir.


Yaşayan önemli yönetmenlerden, tarzıyla saygın bir konuma ulaşmayı başarmış Martin Scorsese gözünden, New York sokaklarını izlemek, tıpkı 'Taxi Driver' da olduğu gibi büyük keyif ve ‘ders’ verir. ‘Raising Bull’, ‘Taxi Driver’ gibi filmlerin senaristi Paul Schrader’in senaryosunu yazdığı film, diyalogları, birçok kaybedenin hayatını göstermesi, Amerikan sağlık sistemine göndermelerde bulunması ve acil servislerin karmaşalığını ustalıkla gözler önüne sermesiyle alkışı hakediyor. Filmde her yana savrulan kara mizah, filmi daha da etkileyici kılmaktadır.
Scorsese, karakterlerine her zaman değer veren bir yönetmendir. Bu filmde de baş karakterin yanı sıra yan karakterlerin de iyi işlenmiş olması filmi eğlenceli yapıyor. Özellikle Frank Pierce’in görev arkadaşları Lary, Marcus ve Tom Wolls karakterleri ustaca yönetilmiş, özgün karakterler. Lary’i, ‘Coen Biraderler’in gözde oyuncularından John Goodman canlandırıyor. Lary, yemek yemeyi seven ama merdiven çıkmayı sevmeyen birisidir. Bu karakterin neyi sevip sevmediğini bilmesi de ayrıca güzeldir. Her çağrıya Frank’in ısrarlarına rağmen cevap verir. Marcus ise dindar bir karakter olmakla birlikte bir hayli eğlenceli karakterdir. Özellikle merkezden çağrı yapan, tanıdığı bayanla olan iletişimi süperdir. Onun bayana, “seninle ilgileneceğim bebeğim” demesi, insanı tabiri yerindeyse yerlere yatırıyor. Tom Wolls karakteri ise filmde Nicolas Cage’in son görev arkadaşıdır. Daha önce de Tom ile birlikte çalışan Frank, bu karakterle biraz daha farklı bir ruh haline girer. Psikopat ve kan görmeyi seven bu karakter, filmin akışı içersinde değişime ihtiyacı olan Frank’e hareketlilik yaşatır. Tüm bu karakterlerle farklı bir ruh haline giren Frank’in değişimi, başarılı şekilde işleniyor. Bu değişimleri gerçekçi bir şekilde sunan Scorsese ve oyuncusu Cage, şapka çıkartılacak şekilde çalışıyorlar. Nicolas Cage’le 1995’te evlenen fakat aynı yıl içerisinde ayrılan Patricia Arquette ve şarkıcı Mark Anthony de bu filmde rol alıyor.

Nicolas Cage’in canlandırdığı karaktere ustaca can vermesi, karakterler üzerinden işlenen bu filmi daha da etkili hale getiriyor. Cage’in oyunculuk yeteneğinin dışa vurumu olan filmlerden bir tanesi olan Bringing Out The Dead’de Cage, farklı ruh hallerine giren karakterine hükmetmeyi iyi biliyor.

ASTRO BOY (2009)


Orjinal adı ‘Tetsuwan Atomu’ olan, 1951 yılında manga olarak, 1963 yılıında ise anime olarak yayınlanan Astro Boy, Japonya'nın ilk anime serisidir. Yüzü görülmese bile sesiyle tanınabilecek kadar değişik bir sese sahip, Nicolas Cage'in, Dr. Tenma karakterini; August Rush, Finding Neverland ve Charlie and the Chocolate Factory gibi filmleriyle bilinen güzel insan, Freddie Highmore'un ise Astro Boy'u seslendirdiği animasyon film. Film, Dr Tenma tarafından yaratılan, insan olmanın anlamını kavrayan, bir süper kahramanın öyküsünü anlatıyor.