31 Temmuz 2009 Cuma

SNAKE EYES (1998)


“Gördüğün her şeye inanma!”

Yalan söylerken bile doğruyu söyleyen unutulmaz bir karakterin hikayesini anlatan ‘Scarface’ ve ‘Carlito’s Way’ gibi efsane filmlerin yönetmeni Brian De Palma’nın, tek mekanda geçen filmi Snake Eyes, izleyiciyi doğru olan ortaya çıkana dek ters köşeye yatırıyor ve özellikle aynı olayı anlatırken farklı çekim açıları kullanmasıyla dikkat çekiyor.

Düzenbaz bir polis olan Rick Santoro ile onun yakın arkadaşı savunma bakanlığında çalışan, üst rütbeli bir asker Kevin Dunne (Gary Snise), bir ağır sıklet boks maçında güvenliği sağlamak için birlikte çalışır. Ve Savunma Bakanı da bu maçı izleyenler arasındadır. Fakat bakanın, maç sırasında suikaste uğraması, büyük bir suç ve yalanı ortaya çıkaracaktır. Salonda bulunan binlerce kişi suikastın hem tanığı hem de sanığı olur. Rick Santoro, suikastın arkasındaki nedeni öğrendiğinde ise hiç inanmak istemediği bir şeyle karşı karşıya kalır.


Nicolas Cage’in performansıyla daha iyiye giden film, merak ve heyecanı yüksek bir seyirlik sunarken bir yandan da medya, politika ve maçlarda olan düzenbazlıkları çok iyi yansıtıyor. Toplumun herhangi bir olayda medyanın sunduklarını doğru olarak kabul edip işin aslını bilmeden olaylara inanmasına film, başarılı şekilde eleştiri getiriyor. Snake Eyes, aslında topluma medyayla gerçek olanın değil bilinmesi istenilen şeylerin sunulduğunu da gözler önüne seriyor. Medya hem kullanan hem de kullanılan olarak ortaya çıkarken medyanın iki yüzlü olduğu da anlatılıyor. Nitekim kahraman ilan edilen Rick Santoro, yine medya ile halkın düşmanı olarak gösterilebiliyor. Filmin birden fazla çekim açısı ile sunulması, birçok karakterin gözünden suikastı anlamaya çalışmak, izleyicinin gördükleri şeylere inanmaması gerektiğini daha da iyi vurguluyor. Bu bağlamda gördüğümüzün değil, öğrendiğimiz farklı bakış açılarının toplamının bizi gerçeğe götüreceği anlatılıyor. Bu nedenle film, sloganında da belirttiği gibi, “Gördüğün her şeye inanma” sözünü çok başarılı şekilde işleyerek, bu sözü doğrular nitelikte bir seyirlik sunuyor.

30 Temmuz 2009 Perşembe

CON AİR (1997)


Nicolas Cage’in bir insan öldürdüğü için hapse giren fakat iyi halden şartlı tahliye edilen, Cameron Poe adlı eski bir askeri canlandırdığı, kadrosunun kalitesiyle dikkati çeken türünün en iyi örneklerinden birisidir Con Air.
Birçok azılı mahkum Alabamada’ki yeni ve daha güvenli bir hapishaneye transfer olmak için aynı uçağa bindirilir. Cameron Poe da bu uçakla ailesinin yanına gidecektir. Fakat uçak hareket ettiği sırada yetenekli oyuncu John Malkovich’in canlandırdığı, Cyrus 'The Virus' Grissom önderliğinde mahkumlar uçağı ele geçirir. Tam ailesine kavuşacakken bir anda kendini şiddetin tam ortasında bulan Poe, suçlulara karşı heyecan dolu bir mücadeleye girişir. Jerry Bruckheimer’ın yapımcılığını üstlendiği bu filmde, usta oyuncuların rol alması, filmin daha da gerilimli olmasının en önemli sebebidir. Psikopat katilleri taşıyan bir uçakta her karakterin birbirinden kötü olması ve bu karakterler arasındaki gerilim, filmi etkili yapıyor.


John Cusack, Ving Rhames, Steve Buscemi gibi iyi oyuncular, filmi çok daha farklı kılarak, etkileyici bir seyirlik sunuyor. Nicolas Cage’in omuzlarına kadar uzun saçlarıyla oynadığı bu film, onun ikinci aksiyon filmidir. Sonuç olarak bu filmi, yine Jerry Bruckheimer’lı, yine Nicolas Cage’li, yine heyecan dolu güzel bir film olarak özetleyebiliriz.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

THE ROCK (1996)


“Aldığım nefesten sorumlu oluğum bir hayat istiyorum. Omuzlarımdaki yorgunluk ve pişmalıkların çaldığı yılları istiyorum...”

Sinema tarihinin en iyi aksiyon filmlerinden biri olarak gösterilen The Rock (Kaya), sürükleyici konusu, müzikleri ve oyuncularıyla efsane bir aksiyon filmidir. Başarılı ve ünlü aksiyon filmlerinin usta yapımcısı, Jerry Bruckheimer'ın en önemli eserlerinden biri olan 1996 yapımı bu film, yüksek temposuyla izleyicinin kalp atışının kontrolünü eline almasını bilen “Kaya” gibi bir film. Ayrıca jenerikte adı geçmese de filmdeki senaristlerden biri, kendine has tarzıyla bilinen yönetmen, Quentin Tarantino’dur. Bu bağlamda filmin eşsiz bir senaryoya sahip olması pek şaşırtıcı değil.


Bir grup deniz komandosu, kimyasal silahlarla birlikte eski bir hapishane olan Alcatraz adasını (hapishanesi) ele geçirir ve Gizli operasyonlarda ölen askerlerin ailelerine ödenmek üzere 100 milyon dolar karşılığında turistleri rehin alırlar. Aksi takdirde San Fransisco körfezini kimyasal silahlarla bombalayacaklardır. Onları durdurabilecek iki kişi, Alcatraz'dan kaçabilmiş tek mahkum olan Sean Conery’nin canlandırdığı, John Patrick Mason ve bir kimyasal silah uzmanı Dr. Stanley Goodspeed rolünde Nicolas Cage, zamana karşı ölümcül bir mücadeleye girişirler. Bu mücadele sırasında yönetmen Michael Bay, filmin sürükleyicliğinden asla ödün vermeden filmi yönetmesini biliyor. Filmde kullanılan ünlü müzisyen Hans Zimmer’in, yaptığı saundtrack ile heyecan daha da yükseğe çıkıyor.


Daha önce eline silah almamış, fakat kimyasal silahlar konusunda uzman labratuvarda çalışan doktor Stanley Goodspeed ile kaçmanın imkansız olduğu vurgulanan Alcatraz hapishanesinden kaçmayı başarabilen tek kişi olan John Patrick Mason arasındaki ilişki ve uyum harika. Mizah öğelerinin de bolca kullanıldığı filmde, iki karakter arasındaki zıtlıklar birbirini öylesine tamamlayıcı nitelikte ki bu, filmi etkili kılan önemli etkenlerden birisi. Hollywood’un karizmatik oyuncusu Sean Conery, filmin başındaki uzun, beyaz saçlarıyla etkileyici görünüyor. Karakterine çok yakışmasının yanı sıra, John Patrick Mason’ı bilge, karizmatik, zeki yapan en önemli unsur Sean Conery’dir. Canlandırdığı ‘James Bond’ karakterinin yanı sıra bu filmdeki karakteriyle de Conery, izleyicinin gönlünde bir defa daha taht kuruyor. Sadece Sean Conery için bile izlenmeye değer bir film Kaya.
Nicolas Cage’in En İyi Erkek Oyuncu dalında, neden içki içtiğini hatırlamayan ‘Ben Sanderson’ karakteri ile Oscar ödülünü aldıktan sonra, çektiği ilk aksiyon filmidir. The Rock’taki performansıyla büyük başarı gösteren Cage, daha sonra da aksiyon filmlerinde oynamaya devam etti. Özellikle bu filmden sonra çektiği, ‘Con Air’ ve ‘Face/Off’ gibi büyük gişe başarısına sahip, türünün en iyi örnekleri olan filmlerde oynamayı başardı. Aksiyon filmlerinin en iyileri olarak adlandırılan filmler içerisinde Nicolas Cage vardır. Unutulmaz karakterlere can veren Cage’in, çok farklı bir tür olan Aksiyon filmlerinde de bu başarıyı sürdürmesi kolay bir iş değil. Aksiyon filmlerinde karakterlerin isimleri pek bilinmese de Nicolas Cage, oyunculuğu sayesinde oynadığı aksiyon filmlerinin hepsinde karakterini farklı kılmayı, karakterleriyle hafızalarda yer etmesini başardı.

THE FAMİLY MAN (2000)

Eğer,
farklı seçimler yapsaydınız
hayır yerine, evet deseydiniz
ikinci bir şansınız olur muydu?



The Family Man, aile hayatının verdiği mutluluğu yansıtmayı iyi bilen bir film. Nicolas Cage, yine film içinde değişim gösteren bir ruh halindeki karakteri mükemmel şekilde canlandırıyor. Filmin en büyük çıkış noktası da Cage’in oyunculuğundaki ikna gücü. New York’da hırslı, zengin, bekar ve başarılı bir iş adamı olan Jack Campbell, bir sabah bambaşka bir yerde uyandığında kendini, yıllar önce vazgeçtiği sevgilisinin (Téa Leoni) yanında evli bulur. Ve neye uğradığını şaşırır. İzleyici de aynı şekilde şaşırır. Ve Campbell, bu yeni yaşamına adapte olmaya çalışırken bir yandan da diğer yaşamı ile bu yaşamı karşılaştırarak yıllar önce verdiği kararın ne denli yanlış bir karar olduğunu anlar.
Jack Campbell’in yeni yaşamına adapte olma sürecinde yaşadığı zorlukları, çelişkileri başarı bir şekilde perdeye yansıtan film, izleyici de filmin içine sokmasını iyi biliyor ve Nicolas Cage'le beraber seyirciyi de, onun yeni hayatina alıştırmayı başarıyor. Filmin geçtiği yerde sıradan şeyler yaşanması, sabah kalkıldığında günün nasıl geçeceği bilindiği halde ordaki sıcak yaşamın insanları mutlu ediyor olması, filmin, aile yaşamının güzel yanlarını gösterdiği ayrıntılardan biri. Campbell, cocuklarına bakmayı öğrenirken, karısına aşık olmaya başlar bu sırada seyirciye de aynı süreçleri birbir yaşatabilmesi filmi, diğer duygusal filmlerden bir adım öteye götürüyor. Ayrıca Téa Leoni, o güzel gülümsemesiyle çok hoş görünmesinin yanı sıra iyi bir performans sergiliyor. Aynı şekilde Don Cheadle da, filme çok renk katıyor.


Aile Babası, insanın yaşamındaki seçimleri doğru şekilde yapması gerektiğini vurguluyor. Özellikle geçmişte bizi mutlu edeceğini düşündüğümüz bir kararın hayatımızı nasıl olumsuz şekilde etkileyeceğine çok başarılı şekilde değiniyor. Ve film bittiğinde izleyici, kendisinin yaptığı seçimleri yargılama isteği duyuyor. Paranın, mülkün paylaştıkça güzel olduğuna tek başına hiçbir şeyin manası olmadığını alt metninde anlatan film, “İnto The Wild” ile birlikte mutluluğun sadece paylaşınca gerçek olduğuna değinen, insanın kendisini iyi hissettiren, yaptığı seçimleri sorgulatan nadide filmlerden birisi.

27 Temmuz 2009 Pazartesi

RUMBLE FİSH (1983)


“Bazı insanlar dünyayı normal insanlardan farklı görür. Bu da deli oldukları anlamına gelmez. Ben demek istiyorum ki belirli bir algılamaya sahip olmak, deli olmak anlamına gelmez. Evet bu bazan insanı delirtir... Annen deli değil. Abin de değil; çoğu insan öyle sansa bile. O sadece başka bir alemde. O yanlış bir zamanda yanlış bir yakada doğdu. O istediği her şeyi yapma kabiliyetine sahip fakat yapacak bir şey bulamıyor. Gerçekten hiçbir şey bulamıyor...”

Rumble Fish, Mickey Rourke’un olanca karizmasıyla unutulmaz bir karaktere can verdiği, metaforlarla dolu, çok şey anlatan mükemmel bir film. The Godfather (Baba) filmiyle bilinen Francis Ford Coppola’nın, içindeki tek renkli şeyin siyam balıkları olduğu bu siyah beyaz filminde, ağabey’i gibi karizmatik ve zeki olmak isteyen bir kardeşin öyküsü anlatılıyor. Uzun zaman önce mahalleden ayrılan motosikletli çocuğun mahalleye geri dönmesiyle herkes ona deli gözüyle bakmaya başlar. Motorsikletli çocuk, geri döndüğünde bir şeylerin farkına varmış, eski yaşamına dönmesinin imkansız olduğu biri olmuştur. Çünkü gittiği yerde kendisinin kim olduğunu bulur.


Filmde Siyam Balıkları, 1980 dönemi gençliğine gönderme yapmasının yanı sıra, o dönemde yaşamış iki farklı çeteyi temsil etmektedir. Filmde akvaryumdaki balıkları nehre atarak onları özgürlüğüne kavuşturacağını ve bir daha kavga etmeyeceklerini düşünen Motosikletli Çocuk, kardeşinin de kendini bulması için ondan motorsiklete binmesini ve denize doğru yol almasını istiyor. Bunun nedeni ise, kardeşinin de bu sıradanlıklarla dolu mahalleyi bırakıp hayatı bulmasını istemesidir. Filmde baba ve kardeşleri terkeden anne de, aslında herkesin algılamayacağı şeyleri algılayabilen motosikletli çocuk gibi çok farklıdır. Ve o, “giderek” hayatını bulmuştur. Çünkü annesi de, kendisi gibi karizma sahibi, ne yaparsa yapsın başarıyı yakalayacak birisidir. Balıkları nehre atmak istemesinin nedeni de budur. Devamlı dar bir alanda kavga halinde olan balıklar, özgürlüğe ulaştıklarında ait oldukları yerde mutlu olacaklardır. Bu yüzden motorsikletli çocuk, kendisinin yapamadığı şeyi kardeşine yaptırmak ister bu amaç için kendi canını feda eder. Filmde mükemmel bir kardeşlik örneği sunan Coppola, ders verici diyaloglarla filmi çok başarılı kılıyor.
Filmin birçok sahnesinde saat veya zamanı simgeleyen şeylerin görülmesi, zamanın aslında bir hapishane olduğunu belirtiyor. Ve hayatın akışına ayak uyduramamak, anı yakalayamamak da bir hapsoluş olarak anlatılıyor. Bu yüzden Motosikletli Çocuk, kendisini, zamanın bu akışına uyduramayan aykırı birisi olarak görür. Nitekim kendini böyle görmesinde çok haklıdır.

Ne yapacağın bilmeyen, hayatın anlamını bilen ve sonucunda hayatın boş olduğuna inanan, ağzının kenarına koyduğu sigarası ile Motosikletli Çocuk rolünde Mickey Rouke, büyük beğeni toplamasının yanı sıra çok karizmatik görünüyor. Matt Dillon ise ağabeyi gibi olmak isteyen, ağabeyinin karizması altında ezilen kardeş (Rusty James) rolünde iyi oynuyor. Yan karakterlerden biri olan Smokey rolünde Nicolas Cage, karakterini yine farkedilir kılmayı biliyor. Filmin bir diğer özelliği de birçok ünlü oyuncuyu kadrosunda bulunduruyor oluşu. Bunlardan Diane Lane, Dennis Hopper ve Tom Waits gibi yıldızlar filmi daha da özel kılıyor

MOONSTRUCK (1987)



Nicolas Cage’in ilk dönem filmlerinden olan Moonstruck (Ay Çarpması), vizyona girdiği yıl büyük beğeni topladı ve kısa zamanda türünün en iyi örnekleri arasına girmeyi başardı. Moonstruck’ı en iyiler arasına sokan en başlıca nedenlerden birkaçı; Norman Jewison’un mükemmel bir atmosfer yaratarak filmin geçtiği yerleri (Cranberry Street, Opera binası, New York...) farklı kılması, oyuncuların birbiriyle olan uyumunun çok güzel olması ve kimi zaman zıtlıkların bile harika bir uyum içinde izlenmesidir. Bir de Castorini ailesinin halleri çok keyifli ve seyredilmeye değer. İzleyicinin eğlenceli anlar geçirmesini sağlayan bu ayrıntıların dışındaki bir diğer etken ise, film başlarken ve biterken çalan, ‘Dean Martin’in unutulmaz parçası ‘That’s Amore’dir. Bu şarkı filmin havasına o kadar çok yakışmıştır ki adeta film ile özdeşleşmiştir desek abartmış olmayız.


John Patrick Shanley’in senaryosu harika. Moonstruck ile Shanley, 1988 yılında En İyi Senaryo dalında Oscar ödülüne layık görüldü. Ayrıca film, o yıl altı dalda Oscar ödüllerine aday olmuş ve bu ödüllerden üçünü kazanmıştır. Olympia Dukakis, Cher’in annesi, Rose Castorini rolüyle En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülüne layık görüldü. Olympia Dukakis, canlandırdığı sıradan bir yaşamı olan, aldatıldığını bilen, bir anne, bir hanfendi karakterini insanın içine işleyen bir şekilde canlandırıyor. Ayrıca Cher’de evlenme yaşı geçmiş, fakat bir türlü aradığı kişiyi bulamayan dul Loretta Castorini rolünü, başarıyla canlandırarak oscar ödül töreninde, en iyi kadın oyuncu dalında “and the oscar goes to Cher” diye saneye çağrılmayı başardı. Cher, Mr. Johnny Cammareri ile nişanlanıp onun kardeşine aşık olan bir karaktere çok yakışıyor. Ayrıca Cher ile Nicolas Cage’in birbirleriyle olan uyumu izlenesidir. Nicolas Cage, operayı tutkuyla seven bir fırın işçisi rolünde göz dolduruyor. Film ayrıca, enfes bir ay manzarasına tanık olmamızı sağlıyor. Bu filmdeki ay gerçekten de insanı kesinlikle çarpıyor. Amerikan Film Enstitüsü, 1500 oyuncu, eleştirmen ve sinema tarihçisi’nin katılımıyla 10 ayrı türde 10'ar filmden oluşan bir seçki yayınladığı türlerine göre en iyi filmler listesinde Moonstruck, ‘Romantik Komedi’ türünde sekizinci sırada yer alarak ne kadar mükemmel bir film olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

Sonuç olarak Moonstruck, çekildiği yıldan sonra romantik filmlere yeni bir soluk getiren önemli ve her daim keyifle izlenecek, klasik olma mertebesine ulaşmış bir filmdir. Nicolas Cage, karakterine kusursuzca can vererek, ilerki yıllarda daha da beğeni toplayacak oyunculuğuna bu filmle, önemli bir adım daha atıyor. Büyük şeyleri çok takmayan, yaşamayı seven adam rolünde Cage, karizmatik görünümüyle insanın içini neşe doldurmayı başarıyor.

26 Temmuz 2009 Pazar

ADAPTATİON (2002)


"Kafamda özgün bir düşünce var mı? Kel kafamda? Belki daha mutlu olsaydım, saçlarım dökülüyor olmazdı. Hayat kısa; İyi değerlendirmem gerek. Bugün kalan hayatımın ilk günü. Ben yürüyen bir klişeyim. Doktora gidip, bacağımı muayene ettirmem gerek. Yanlış bir şey var. Kalça kemiğim.
Dişçi gene aradı. Çok geç kaldım. İşlerimi ertelemeyi kesersem, daha mutlu olabilirim. Tek yaptığım koca kıçımın üstünde oturmak. Kıçım bu kadar büyük olmasaydı, daha mutlu olabilirdim. Gömleklerimi kıçımı saklamak için sarkıtmazdım.
Tekrar jokinge başlamalıyım. Günde 5 mil, bu sefer yapmalıyım. Belki de kaya tırmanışı. Hayatımı tersine çevirmeliyim. Ne yapmam gerek?
Aşık olmam gerek. Bir sevgilimin olması gerek. Daha fazla okumalıyım. Kendimi geliştirmeliyim.
Rusça falan öğrensem nasıl olur? Veya bir enstrüman alsam? Çince konuşabilirim. Çince konuşan ve obua çalan senaryo yazarı bulmak oldukça güç. Bu harika olur.
Saçımı kısa kestirmem gerek. Kendimi ve insanları saçlarım konusunda kandırmaya çalışmayı kesmeliyim.
Ne kadar üzücü? Olduğum gibi görünüp, kendime güvenmeliyim. Kadınların etkilendiği şey de bu değil midir?
Erkeklerin çekici olmasına gerek yok. Ama bu doğru değil. Özellikle de şu günlerde. Bu aralar erkeklerin üzerindeki baskı neredeyse kadınların üzerindeki kadar. Neden sadece var olduğum için gülünç duruma düştüğümü hissediyorum? Belki de beyin kimyamdan dolayıdır. Belki de benimle ilgili yanlış olan şey budur. Kötü kimya. Hormonel sorunlar ve korkular kimyasal dengesizliğe indirgenebilir. Ya da bir çeşit tepki vermeyen sincapsam. Bu konuda birinden yardım almalıyım... Ama akabinde de çirkin olacağım. Hiçbir şey bunu değiştiremez."



“Tutkuyla bağlı olduğun tek bir şey bul ve onun hakkında yaz.”

Bir yazarın yazamama durumuyla ilgili yapılmış en iyi filmlerden birisidir Adaptation. Bir diğer yazamama durumunu ele alan başarılı film, ‘Coen Biraderler’in ‘Barton Fink’idir. Fakat Adaptation, konunun işlenişi, senaryosu ve kurgusuyla Barton Fink’den ayrı tutulması gereken bir film. Adaptation, yazan her insanın da bildiği yaratım sürecinde geçirilen buhranlı anları gerçekçi şekilde anlatan alışılagelmişin çok dışında bir film.Yaratma sürecinde insan, kendince kusursuz olana ulaşması için birçok yol dener. İlham gelene dek dener de dener. Taki istediği oluncaya dek. Fakat yaratma sürecinde bazan öyle anlar olur ki yazım aşamasında duraklar ve bir satır yazmak çok zor bir hal alabilir.
Zekice bir kurguya sahip Adaptation, böyle bir süreci Charlie Kaufman’ın farklı senaryosu ile anlatmayı iyi biliyor. Charlie Kaufman’nın yazdığı film senaryolarına bakıldığında hepsinin çok farklı bir konum ve tarzda olduğu görülür. Bu film de “Being John Malkowich’ yaratıcı ekibi tarafından yapıldı. Charlie Kaufman, büyük filmlerin büyük senaryolarını yazan usta bir senarist. Haliyle film izlerken ne kadar değişik bir işi izleyeceğinizi önceden tahmin etmek çok zor değil. Bu filmde Charlie Kaufman başrole kendisini koyar. Yanına da tamamıyla kendisine zıt bir hayali kardeş yaratır: Donald Kaufman.

Kişisel sorunları olan Charlie Kaufman, Susan Orlean’ın orkidelerle ilgili “The Orchid Thief” adlı kitabını senaryolaştıracak bir senaristtir. Filmde bir de ikiz kardeşi Donald Kaufman vardır. Fakat kitapta gerilim ya da izleyicinin dikkatini çekecek bir şey olmadığını düşünen Charlie, bir türlü senaryosuna istediği şekli veremez. Yazım sürecinde bir yandan senaryo ile ilgili düşünürken bir yandan da kendini yargılayarak bunalımlı bir süreç geçirir. Bu sırada hiçbir özelliği ve yeteneği olmamasına rağmen, kendisiyle son derece barışık, insan ilişkilerinde başarılı kardeşi, Donald Kaufman da bir gerilim filmi senaryosu yazmaya başlar. Ve senaryo bittiğinde yapımcılar tarafından beğenilir. Bu sırada film, Susan Orlean’ın kitabı yazdığı tarihe, yani geçmişe giderek farklı bir kurguyla ilerler. Kitabın yazım sürecinde Susan Orlean ve kitabın başkarakteri orkidelere tutkuyla bağlı olan John Laroche arasındaki ilişkiye tanık olunuyor. Ve orkidelerle ilgili faydalı bilgileri öğrenmenin yanı sıra orkidelere karşı sevgi beslemeye başlıyor izleyici.

Kitabı okuyan ve Susan Orlean’ın harika bir kitap yazdığını düşünen Charlie Kaufman, kendisnin ona karşı sorumlu olduğunu düşünerek daha da bir çıkmaza girer. Yapmak istediği şey, daha önce çiçekler üzerine film yapılmadığı için insanlara çiçekleri sevdirecek tamamıyla farklı ve mükemmel bir senaryo yazmaktır. Fakat bir türlü kendisiyle barışık olamayan Charlie, istediği sonuca varamaz. Çünkü bir türlü yapmak istediği şeyi yapamaz. Ne yapacağını, insanlara çiçekleri nasıl sevdireceğini bilemez.

“Sen sevdiğin kişisindir; seni seven değil.”

Film, insanların kendisi olmalarının önemli olduğuna vurgu yaparak, başkalarının kendileri hakkında ne düşündüklerinin önemli olmaması gerektiğine de hayli güzel sahnelerle değiniyor. Önemli olan insanın kendini ya da eserlerini başkasının beğenmesi değil kendisinin beğenmesidir. Film bittiğinde kendisiyle küs olan insan, iç yolculuğa çıkarak kendini sorgulama gereği duyuyor. Film bu sorgulamayı izleyiciye yaptırabiliyorsa bence bu film güzel filmdir.


İnsanların bir şeye tutkuyla bağlı olmasının hayatlarnı daha iyi yapacağını gösteren film, bu doğrultuda tek bir şey de olsa insanların sevdiği bir şey bulmasının önemine dikkat çekiyor. Filmde orkidelere olan tutku çok başarılı anlatılıyor. Bir şeye tutkuyla bağlı olmayı bu kadar güzel anlatabilen çok az film vardır.
Orkideleri seven John Laroche rolünde Chris Cooper, etkileyici bir performans sergiliyor. Nitekim akademi de bu performansı görmezden gelmedi ve Chris Cooper'ı En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Oscar ödülüne layık gördü. Aynı şekilde Meryl Streep de Susan Orlean karakterine ustalıkla can veriyor. Bir insanın kaybedeceği şeyleri düşündüğü anda yapabileceği şeyleri anlatan ölüm sahnesinde, gerçekten çok başarılı bir oyunculuk örneği gösteriyor. 2003 yılında Meryl Streep, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscar ödülüne aday olurken Charlie Kaufman ve Donald Kaufman da En İyi Uyarlama Senaryo dalında Oscar’a aday olmuşlardır. Filmde yer alan müziklerden Turtles’in, Happy Together ve Queen’in, Under Pressue herkesin beğenisini toplayan harika müziklerdir. Özellikle Happy Together’ı, Cage’in ağzından birkaç defa dinliyoruz. Güzel ve değişik sesiyle söylediği bu şarkı, insanın içini farklı bir neşe farklı bir hüzünle dolduruyor.

Yetenekli oyuncu Nicolas Cage, Charlie ve Donald Kaufman performanslarıyla adeta tek vucutta iki kişilik harika bir gösteri sunuyor. Bu rolüyle en iyi oyuncu dalında Oscar’a da aday olan Cage, adeta iki Oscarı hakediyor desek abartmış olmayız. Nitekim filmin kendini bulmasında Nicolas Cage’in önemli bir katkısı var. Birbirine zıt iki kardeşin birbirleriyle olan çekişmelerini, tersliklerini canlandırmak hayli güç olmasına rağmen Cage, inandırıcı bir oyunculukla ayakta alkışlanacak nitelikte bir performans sergiliyor.
Nicolas Cage, Charlie’nin çektiği yaratıcılık sancısını ve bu durumun zaten sorunlu olan ruh haline yansımasını çok güzel yansıtırken, bir yandan da zıt bir ruh halinde olan Donald Kaufman’ı da başarıyla canlandırarak oyunculuk dersi veriyor.

25 Temmuz 2009 Cumartesi

BİRDY (1984)



“Daha önce gördüklerinize hiç benzemeyen eşsiz bir tecrübe.”

Alan Parker’ın yönetmenliğini yaptığı Birdy, savaşın etkilerini çok farklı bir yönden ele alan bir yandan da gerçek dostluğu anlatan, 1984 yapımı değerli bir film. Vietnam savaşına katıldıktan sonra evlerine geri dönen iki yakın arkadaş Al ve Birdy’nin hikayesini anlatıyor. Al ve Birdy, savaştan geri döndüklerinde, giderkenki durumlarından oldukça farklıdırlar. Al, savaştan fiziksel yaralar almış bir vaziyette geri dönerken, Birdy, psikolojk olarak etkilenmiş ve farklı bir ruh haline girmiştir. Kendisini, tutkuyla sevdiği kuşlarla özdeşleştirmiş ve kendisinin kuş olduğuna inanmaya başlamıştır. Gerçek dünyayı umursamayıp, iç dünyasına kapanmıştır. Bu durumu öğrenen Al, onu eski haline döndürmek için eşi az bulunur bir arkadaşlık örneği gösteriyor. Bu süreçte Al ile Birdy arasındaki ilişkiyi yönetmen, öylesine derinlemesine işliyor ki film bir şaheser olma konumuna ulaşıyor. Vietnam savaşının insanların gerek ruhsal gerekse de fiziksel olarak açtığı yaralara değinen film, hiçbir şeyin savaşla çözülemeyeceğini, savaşın çözüm değil sorun ürettiğini çok iyi vurguluyor. Bir savaşın etkileri anlatılırken film genellikle savaş görüntüleri de içerir. Fakat bu film, savaş görüntüleri içermiyor, iki arkadaşın hafızasında yer etmiş derin savaş acılarını ve etkilerini izleyicinin hayal ederek düşünmesini sağlıyor. Ve bunda çok başarılı oluyor. Bu nedenle Birdy, farklı ve kusursuz bir film olduğunu, anlatmak istediği şeyi değişik bir yolla anlatmasıyla gösteriyor. ‘George Orwell’in ‘1984’ adlı romanında da anlatıldığı üzere, savaşın aslında, ülkelerin kendi politikaları gereği halka devamlı korku salmak, milli benliği güçlü tutarak bir denge politikası izlemek amacıyla var olduğu bilinen bir gerçek. Savaşların kazandırdıklarından çok kaybettirdikleri daha değerli şeylerdir. Bu bağlamda Birdy, savaşın insanlar üzerinde bir yıkıma yol açtığını etkileyici kurgusu, ışık ve görüntü yönetimiyle harika bir şekilde anlatmasını biliyor. Filmde özgürlük teması çok ince ayrıntılarla vurgulanarak, Özgürlüğün hayat için ne denli önemli olduğu gösteriliyor. Film, izleyiciye, sinir, hüzün, dostluk, mutluluk ve savaş gibi kavramları film boyunca birebir yaşamış gibi hissetiriyor. Kuşlara olan tutku, uçmaya olan 'tutku' mükemmel şekilde anlatılıyor. Birdy, herkesce izlenmesi gereken, ders niteliğinde öğeler barındıran, şaşırtıcı sonuyla insanı “özgürlüğe” ve mutluluğa sevkeden etkili bir film.

Birdy karakteriyle Matthew Modine, harikulade bir performans sergiliyor. Kendisini kuş sanan bir insanı mükemmel şekilde canlandırıp, izleyiciyi kendisine inandırmakla kalmıyor; hayran bırakıyor. Onu anlayan tek kişi olan arkadaşı, dostu Al rolünde ise Nicolas Cage, büyüleyici. Ayrıca Cage, savaşta acı çeken insanları daha iyi anlamak için bu filmde, sağlam iki dişini herhangi bir uyuşturucu ya da ilaç almadan çektirmiştir. Film boyunca yüzünün yarısı sarılı olmasına rağmen Nicolas Cage, sesiyle ve oyunculuğuyla öyle göz dolduruyor ki büyük bir oyuncu olduğunu kanıtlar nitelikte oynayarak Coen Biraderler’in, dikkatini çekmeyi de başarıyor. Ve nihayetinde birkaç yıl sonra Coen’lerin ‘Raising Arizona’ filminde, ipe sapa gelmez bir suçluyu başarıyla canlandırarak bir yıldız olma yolunda emin adımlarla ilerliyor.

24 Temmuz 2009 Cuma

RAİSİNG ARİZONA (1987)



“Bizce bazılarının çok az şeyi varken başkalarının çok fazla şeye sahip olması haksızlıktı...”

Coen Biraderler’in ilk filmleri, mükemmel bir kara film örneği 'Blood Simple’dan sonra çektikleri, başrollerinde azılı bir suçluyu canlandıran, Nicolas Cage’in ve hapishanede suçluların fotoğrafını çeken bir memur rolünde, Holly Hunter’in oynadığı mükemmel bir durum komedisi. Coen Biraderler’in ikinci filmleri olmasına rağmen ortaya harika, yüksek temposuyla deli dolu bir çalışma çıkmış. Daha sonra birbirinden güzel ve farklı filmler çeken yönetmenler’in kariyerlerinde Raising Arizona, onların ne denli iyi bir sinema sanatçısı olacaklarının göstergesidir.
Bu filmle biraderler, öyle ses getirdi ki ‘Batman’ projesi bile onlara önerildi. Biraderlerin filmlerinin aslında arka planında hep epik bir kriz noktası olmuştur. Örneğin The Big Lebowski’de Körfes Savaşı...
“Bu filmde de Ronald Reagan Amerikası o kadar iyi tanımlanmıştır ki, Coen’lerin bir çağın ruhunu özetleyen filmi denilebilir bu film için. Ronald Reagan’a karşı gelmesiyle ünlenen Barry Goldwater’ın portresi, şartlı tahliye sahnelerinde arka planda açık şekilde görülebiliyor. H.I. McDunnough, açılışta bir başına gezinirken ona, ‘o. Çocuğu’ diyor. Örneğin, Nathan Arizona, sadece Reagan’a benzemekle kalmıyor, onun gibi konuşuyor, kovboy aksesuarları takıyor, ağzından sürekli onunkiler gibi sloganlar çıkıyor ve beyaz evde yaşıyor.” Reagan’dan nefret eden Coen’ler onun kalesi olarak bilinen Arizona’da, Reagon’a adeta savaş açıyor. “Reagan’ın Amerika’sında, para kelimenin tam anlamıyla size mutluluk satın alıyordu, yani film paranın satın alamayacağı tek şeye de bir fiyat biçiyordu: Aileye...” (Simon Crook)

Bu filmle Coen Biraderler, bir yandan izleyiciyi mutluluğa sevkederken bir yandan da Ahlaki çöküş içerisindeki Amerika’yı aç gözlü yapan Reagon’u suçluyorlar. Bu yönüyle film, alt metninde öyle güzel bir eleştiri getiriyor ki, Coen Biraderler’in dehası karşısında şapka çıkartılması gerekiyor.


İflah olmaz bir suçlu olan H.I. McDunnough, o kadar çok hapse girer çıkar ki, en sonunda hapishanede yeni mahkumların fotoğraflarını çeken hapishane memuru, Edwina’ya aşık olur ve bir daha suç işlemeyeceği şartıyla onu evlenmeye ikna eder. Nicolas Cage’in hiçbir şeyi umursamayan sadece güzel anlar yaşayan, gençliğini küçük suçlar işleyerek hapishanede geçiren, boş bakışlara sahip suçlu rolünde harika bir oyunculuk sergilediği filmde, çiftlerin çocukları bir türlü olmaz. Nitekim çocuk isteyen çift, bir gün haberlerde Nathan Arizona isimli zengin birinin beşiz çocukları olduğunu öğrenirler. Ve kendilerince çocuk sahibi olmak için bir çözüm bulurlar. İnsanların hakettiklerinden fazlasına sahip olmasının haksızlık olduğunu düşünen çift, beşizlerden birini kaçırarak çocuk özlemlerini giderirler. Fakat peşlerinde çocuğu bulmak için motorsikletli, canlıları sevmeyen korkunç bir ödül avcısı var. Ayrıca, H.I. McDunnough’ın iki fırlama hapishane arkadaşının da hapishaneden kaçmasıyla işler daha eğlenceli ve korkutucu hale gelir.

McDunnough çiftinin sıradan hayatlarındaki en önemli an, birlikte güneşin batışını izlemeleridir. O kadar mutlu görünüyorlar ki bu anlarda, izleyizi de aynı şekilde mutlu oluyor. Sonuyla insanı hüzne sevkeden film, muhteşem bir seyirlik sunuyor izleyiciye. İlerde Coen Biraderler’in fetiş oyuncusu olacak John Goodman’ı izlemek de ayrı bir keyif veriyor. Ve Glen rolünde, Sam McMurray motosikletiyle gerçekten de çok korkutucu.

Bugünün birçok yıldız aktörünün göründüğü efsane film, ‘Fast times at Ridgemont High’da, motorsikletli çocuğun hükmettiği, ‘Rumble Fish’ ve savaşın etkilerini çok farklı bir yönde ele alan ‘Birdy’ gibi filmlerinde Nicolas Cage, bir yıldız olmaya doğru parlak bir adım atmıştır. Fakat ilk dönem filmleri içinde Raising Arizona, çok farklı bir yerde duruyor. Coen'lerin usta yönetimi ve Cage’in, biraderlerin yarattığı karakteri başarıyla canlandırmasıyla bu film, onun ve Coen’lerin sinema dünyasında daha da farkedilmesini sağladı.

NİCOLAS CAGE


"Ben hâlâ bir Coppola'yım. Ailemden çok şey öğrendim. Ancak, bu işi tek başıma kotarabileceğimi kanıtlamam için Nicolas Cage olmam gerekiyordu. Yasal olarak ismimi değiştirmedim, ama ehliyetimde, pasaportumda ‘Cage’ yazıyor. Cage, benim çünkü..."

O, Empire dergisinin tüm zamanların en iyi 100 film yıldızı sıralamasında, 40. sırada yer alan büyük bir aktör. İlk oynadığı filmden bu yana, o hiç düşüşe geçmedi. Oysa ki birçok film yıldızının kariyeri hep inişli çıkışlı oldu Hollywood yollarında. Fakat Nicolas Cage her zaman yükselişteydi. Eleştirmenlerin canı sıkılmış olacak ki, bazı dönemlerin Cage için zor geçtiğini söylediler. Cage'in bu eleştirilere yanıtı ise kısa ve net oldu;

''Hayatımın çok iyi bir dönemindeyim. İnsanlar, benim kederli göründüğümü düşündüklerinde yanılıyorlar.''

İlk dönem filmleri onun yıldızını parlatan güçlü filmlerdi. Nicolas Cage, bu filmlerin değerini bildi ve hızla yükselişe geçti. Motorsikletli çocuğun hükmettiği, Rumble Fish, savaşı ve savaşın etkilerini çok farklı bir yönden ele alan Birdy, oynadığı dönemde aşk filmlerine yeni bir soluk getiren Moonstruck, “her çağın kendine has kahramanı vardır” sloganıyla yola çıkan The Boy İn Blue, Coen Biraderler'in “bize göre bazılarının hakettiğinden fazlasına sahip olması haksızlıktı” diyen unutulmaz filmi, Raising Arizona, Nicolas Cage için zirveye ulaşan yolun en zor kısmıydı. Ve Cage, bu zorlu yolu başarıyla geçmesini bildi. Sinema hayatının ilk yedi yılı içerisinde birbirinden değerli filmlerde oynadı. Bu dönemde oynadığı bütün filmlerde, kendisinden beklenilenin çok üstünde bir performans sergileyerek, tüm zamanların en iyi film yıldızları arasına girmeye doğru parlak bir adım attı. Fakat yine bu dönemde, kimse Nicolas Cage'in ne kadar yükseleceğini tahmin edememişti.

"O, oyuncuların caz müzisyenidir."

Anlamlardan konuşmaktan rahatsız olan David Lynch, Cage için bu yakıştırmayı yerinde görür. Wild at Heart filminde, kızların pek de sevmeyeceği bir tipte karşımıza çıkan Cage, bireyselliğinin ve kişisel özgürlüğünün simgesi yılan derisi ceketiyle David Lynch dünyasının bir penceresinden daha içeri girmemizi sağlar. Genç yaşına rağmen Cage, büyük yönetmenlerin büyük filmlerinde hızla rol almaya başlar. 1990'lı yıllarda oynadığı filmler, onun tüm dünyaca tanınmasını sağlayan filmlerdi. Bir kara film örneği olan Red Rock West, bir korumayı canlandırdığı eğlenceli Guarding Tess, 1994 yılında çok az para ile oynadığı; çok büyük bir performans sergilediği; 1995 Akademi Ödülleri’nde En İyi Aktör dalında, “and the oscar goes to Nicolas Cage” diye sahneye çağrılmasını sağlayan, ölümüne içen bir karakteri canlandırdığı, Leaving Las Vegas filminde oynadı. Daha sonra bir anda beyazperde'nin milyon dolarlar kazanan yıldızları arasına girdi. Art arda sapına kadar ticari, ota boka yaramaz diye tabir edilen, fakat tüm dünyada kitleleri sinema salonlarına dolduran, aksiyon sinemasının en iyi örneklerinden; The Rock, Con Air, Face/off gibi filmlerde yer aldı. Yakışıklı görülmediği halde bir meleği canlandırdığı, insanın hayata bakışını değiştirebilecek nitelikte bir eser olan, City of Angels filminde rol aldı. 1990'ların ortasında artık Nicolas Cage, 'film yıldızı' olarak anılmayı başaran bir star'dır.


"Bu insanlar (bazı) sadece 'ciddi film' diye damgalanan yapımlarda rol alıyorlar. Oysa bana kalırsa Leaving Las Vegas ne kadar 'ciddi' bir filmse, Superman de o kadar değerlidir. Her şey, sizin 'ciddi' sıfatını nasıl yorumladığınıza bağlı..."


2000'li yıllarda, The Family Man, Charlie Kaufman zekasının bir ürünü olan, Adaptation, ilginç bir film olan ve sonuyla şaşırtan Matchstick Men ve bir sistem eleştirisi olan Lord of War gibi filmler ile övgüler alsa da, günümüzde çok eleştiriliyor Nicolas Cage.
Hakedilmeyen eleştiriler bunlar. Çünkü Nicolas Cage, ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu ispatlayan ve bunu daha fazla ispatlamasına gerek olmayan bir oyuncu. Hiçbir değeri olmayan ya da çocuk filmleri gibi yakıştırmalarda bulunulan filmlerde oynadığı yönünde eleştirelere maruz kaldı. Her şeyden önce o, eğlenebileceği filmlerde rol almak isteyen; doğaçlama yeteneğini kullanabildiği filmlerde rol almayı seven birisi.

"Bir çitin üzerine oturup yaşamı izleyecek bir tip değilim ben. Günü yakalamayı, anı yaşamayı seviyorum ve bence evrenin bizden istediği şey de bu."

Cage'in bu sözünden yola çıkacak olursak Cage, “o iyi film değil”, “bana yakışmaz”, “ben daha sanatsal filmlerde oynamalıyım” diye bir kaygı taşımıyor. Yukarıda da söylediği gibi ciddi sıfatnı nasıl yorumladığınıza bağlı bu.
- Nicolas Cage gibi bir adam Ghost Rider filminde nasıl oynar?
- Oynar. çünkü o, bir çizgi roman hastası.
Çizgi romanlarla büyüyen üstelik büyümeyle kalmayıp ismini de Luke Cage isimli bir süper kahramandan alan biri... Ghost Rider ile bir süper kahraman filminde oynama hayalini gerçekleştirdi Cage. İnsan hayalini gerçekleştirdi diye eleştirilir mi? Bazan da Coppola'nın yeğeni diye bu kadar yol alabildi, torpili olmasa bu seviyeye ulaşamazdı gibi savlar öne sürülüyor. Dünyanın hangi mesleği, hangi dalı olursa olsun insan torpille sadece işe girer, sektöre atılır. Fakat kişinin içinde bir cevher yoksa, asla torpilin sağladığı avantaj daim olmaz. Bir kişi ne kadar torpilli olursa olsun içinde o mesleğe dair cevher yoksa mutlaka başarısız olacak; uzun vadede o meslekte daim olamayacaktır. Nicolas Cage'in içinde onu bugünlere kadar getiren çok büyük bir cevher; büyük bir sinema aşkı vardı. O sinema aşkı hala da devam ediyor. Ve bu yüzden eski filmlerine oranla daha az kalitesiz filmlerde oynuyor. Yine de filmler çok iyi olmasa da filmi keyifle izlettirebiliyor.

Nicolas Cage, farklı tür filmlerde rol alan ve rol aldığı filmlerin hakkını ayakta alkışlanabilecek nitelikte performanslar sergileyerek veren bir oyuncu. Bazı oyuncular hep aynı tür filmlerde oynayarak adeta o türün vazgeçilmez ismi olarak tanımlanır. Bazıları ise tek bir filmi ile unutulmayan oyuncular listesinde kalmayı başarır. Fakat, farklı türlerde gösterdiği başarılı performanslarla her tür filmde oynayabildiğini kanıtlayan, her filminde iki kişilik, hatta üç kişilik performans sergileyen, oynadığı filmlere kendinden bir şeyler katarak filmi farklı kılan, melankolik bakışlarıyla insanın içini ısıtan, asil bir oyuncu Nicolas Cage.